kevaşe in charge

Sunday, December 07, 2008

Uzun zamandır kimseye o. çocuğu demediğimi farkettim bugün. Bu ayıkmayı sağlayan cümleyi de örnek olarak şöyle gösterebiliriz;

Apo'yu, içinde bulunduğu psikolojik çöküntüden kurtarabilmek adına ud falan yapımıyla nasıl icra edileceği öğretilecekmiş; üstüne bir de yabancı dil öğrenebilecekmiş. Adama insan muamelesi yapıyo orospu çocukları, bırakın sürünsün.

Geçen akşam Meşrutiyet durağına giderken de bi yayayla sürücü arasında geçen kavganın şu kadarına şahit olup kahkahalara boğuldum:

yaya: evet sana söylüyorum orospu çocuğu!
adam: (10-15 saniye bekleyip ne diyeceğini düşündükten sonra) orospu çocuğu olduğumu nerden biliyosun sen de mi orospusun??

şimdi, adam burda nasıl dingildek bi laf ettiğinin farkında değil muhtemelen (bkz. sen de mi?). açılımı da ancak ve ancak şöyle yapılabilir; "evet, annem orospu da sen onu nerden tanıyosun anlamadım. beraber mi çalışıyosunuz yoksa?". şaka gibi.

Son olarak, geçenlerde haftasonunda hangi filmi izlediğini sorduğum öğrencimin O Children demesi üzerine hangi filmden bahsettiğini 1-2 dakika anlayamamam ve anladıktan sonra verdiğim tepki kariyerime altın harflerle işlenmiş bulundu;

ha! orospu çocuklarını diyosun. e ne diye çeviriyosun ki adını, orospu çocukları işte..!

instancy

Saturday, December 06, 2008

instant coffee

instant love

instant messaging

instant karma

instant cum


Syncopath

Friday, November 21, 2008

Labels or Love?

Müzik konusunda tür ayrımından oldum olası haz etmemişimdir. İşin büyüsünü kaçırdığına inanmakla beraber arabın saçından hallice bi kıvam yarattığını savunuyorum şiddetle. Ne dinlersin sorusuna karşılık direkt tür belirten kimselere fena kılım mesela. Şahsımca, kulağıma hoş gelen her şeyi dinlerimden hiçbir farkı olmamakla birlikte duruş eksikliğinden muzdarip bi insan portresi çizer gayet. Hal böyleyken, mevzu bahis mimin açılımını yaparken de türlerden ziyade isimlere yoğunlaşmayı uygun görmekteyim.

Not An Addict

Öncelikle, fenafillaha ermiş arşivimden seçim yapıp her gün farklı bi playlist oluşturmaya son derece üşeniyorum. Bu nedenledir ki, demirbaş birkaç isim dışında bunlar, şunlar ve bi de onlar var demek oldukça zor an itibariyle. Enteresan bi de huyum var; her ne kadar rutinden kaçmaya çalışsam da, özellikle evden çıkarken ve metroya binerken aynı şarkıları dinlemek ister deli gönül. Sabahları kolay kolay ayılamadığım için de günün şanslılarını genellikle Sam Sparro ve Madonna (illa ki Confessions) ilan ediyorum.

Le Voyage De DeSalvo

Uzun süre çok fazla önemsememek gibi bi dangalaklık yaptığım Air şu sıra en büyük saplantım. Moon Safari ve Pocket Symphony'i listeden silenin ağzına fare kaçsın, evet. Bi de j'adoğr Talısman!

Şimdi farkettim de bayadır Tori Amos eklemiyorum listelerime. İlk bakışta haksızlık ve hatta delilik gibi görünse de, hatun kişi bünyeye kendinden başka kimseyi dinlettirmediği için minik tefek bi önlem olarak görmek lazım sanırım. Hem iflah olmaz - tatmin edilemez müzikal egoyu az da olsa durdurabilmek için her daim yeni isimlere şans tanımak gerek. Bu bağlamda, Sophie Hunger son dönem keşiflerimin en lezzetlisi. Yeni çıkan albümlere öyle aylak aylak bakınırken albümün ismi dikkatimi çekti (bkz. Monday's Ghost), akabinde Haunt No More dedim ve listeye ekledim. Sophie dışında bi de The Last Shadow Puppets var yeni keşif. Her ne kadar Indie adı altında müzik yapar görünseler de gayet Arctic Monkeys havasında kendileri. Çakma A.M. demek yerine onları da listeye ekledim gitti.

Tam da isimleri geçmişken, Arctic Monkeys, evet; demirbaş, evet. Sonrasında da Stereophonics. Vazgeçilmez değil ama bi'kaç gündür severek takılıyoruz kendileriyle yeniden.

Pink'e garip bi sempati duymuşumdur hep. Yeni albümün ilk singleını dinlediğimde ne lan bu demekten alamadım kendimi, ki hala ayıla bayıla dinlemiyorum, ama albümü overall oldukça başarılı buldum. Listede Pink var diye Anastacia'nın da olması ne kadar gerekli ya da ikisi de pop a.k. justificationı ne kadar geçerli bilmiyorum, da amaç eğlenmekse boş yer bulduğum her yerde dans edicem nerdeyse. Hani guilty pleasure da diyemiyorum kendilerine. Hem haksızlığın önde gideni olur hem de asıl guilty pleasure neymiş az sonra görülecek zaten.

Peak 100%

Planet Funk ve Moloko için bi'şey söylemeye gerek yok. Önlerinde saygıyla eğilip alkış tutuyorum sadece.

Emotion Sickness

Ortaokulun teee başında Sepultura delisiydim. Derdim neydi ya da kendime neden o kadar eziyet ettim hiç fikrim yok cidden. Sonra sonra Marilyn Manson fanatiği oldum, yandım kavruldum. İşbu ex-fanaticism nedeniyle eski gitarist John 5'ın solo çalışmalarına bi bakayım dedim ama tez-zamanda-listeden-siline bi'şey olmuş, hiç kafam kaldırmıyo artık.

Az önce bahsettiğim guilty pleasure konusuna dönecek olursak;

*dı-rı-rı-rıınnn*

muratbozkişisininuçurumisimlişarkısınıdinliyorumbenevetinanılmazamaadıüstündeişte
hemböyleboşlukbırakmayıncafarkedilmezbelki.

End Theme

An itibariyle herhangi bi listede bulunmasalar da, Zero 7 ve Sia için birkaç dakikalık saygı duruşu istiyorum bu satırları okuyan herkesten. Hem mim de amacından gayet sapış durumda sanki. En iyisi albüm incelemesi yapacak yeni bi blog başlatmalı. Şöyle de bi'şey var, bi gün bi gurup kurarsam adını The Plurals koymaya karar verdim. Çok pratik, çok yaratıcı ve hatta Şam'da kayısı.

In Brief

Thursday, November 20, 2008

at the end of the day


you either get a classy brain fart

OR


get to sleep furiously with colorful green ideas all over the place.


Sana Cake Yaptım

Saturday, November 15, 2008

Tam da evadamı moduna geçmişken, ilk kek denememi (üzümlü-fındıklı) sizlere sunmaktan sımsıcak bi gurur duyarım. Yakında bi Sahrap Soysal ya da başka bi Emine Beder modunda resimli yemek/ hamurişi tarifleri vermeye başlarsam şaşırmasın kimse. Başımı bağlamam o ayrı.

very special thanks to the.doc

Stop All the Clocks

Monday, November 10, 2008

Photobucket

Seriously!

Thursday, November 06, 2008

. yine otobüs yolculuğu, yine gereksiz temas ve yine deliren bi DeSalvo modeli. kaçtıkça kovalanıyorum sanırım. yaklaşmayın işte kardeşim, üstümden atamıyorum şu gudubet huyu.

. otobüs yolculuğu demişken, göz göre göre görmemeyi dilediğim bazı insan türevleriyle ilgili bi freakshow serisi hazırlamak istiyorum. dikkat çekmek için ya da cidden bariz farklı olduğunu düşünerek gururla ortalıkta salınan tiplerden bahsediyorum. hani herkesin enteresan bi şekilde dar paça kot altı -çoğunlukla beyaz- converse giymesi ya da yeni moda büyükşehir celloların deniz kenarına "şu" kadar yakın olmayan şehrimde yaz boyu parmak arası terlikle dolaşması bile gayet rutinleşmişken herhangi bi akımın temsilcisi olmayan bu tipler neden var anlamış değilim.

solda resmi görünen işbu tiplerden oturanı, kafasının en tepesini boyatıp bi nevi eşşek attırmış havası vererek saçı o kadar uzun olmamasına rağmen arkasına da kafam kadar pembe bi tokamsı koymak suretiyle beni benden almış; ayakta duran hatun da, assolist modunda kafasına geçirdiği o tiksinç şeyle "petek dinçöz blair waldorf'u düdükleyebilse ortaya nası bişi çıkardı" sorusunun canlı cevabı kıvamında partnerini başarıyla tamamlamıştır.

caption olarak ise şöyle bi'şey uygun olacaktır: living images of what the fuck in high heels.


. politikayla uzaktan yakından alakam olmamasına rağmen, Obama'nın başkanlık seçimini kazanmasının dünyada yarattığı yumuşak hava dalgasına inanmak istiyorum. bir de Kennedy'den sonra bu adamcağız da herhangi bir Marilyn Manson videosuna konu olmasın mümkünse (bilmeyenler için bkz. Coma White).

. sözlü seviye tespit sırasında "what would you do if you saw a ghost in your house at night?" sorusuna "I'd say eşşedüennağilaheillallaaah.." cevabını veren süper yaratıcı öğrenci adayına da sevgilerimi sunuyorum gün bitmeden.

Fine'd

Sinir boşalmasıyla *yel girmesinin muhteşem birleşimini yaşadım geçen gün. Grey's Anatomy izleyenler bilir, başta Meredith olmak üzere diğer esas karakterler fırtına öncesi sessizliğin tadını çıkarırken soranlara bozuk plaktan hallice I'm fine! cevabını verme eğilimindedir. Sonrasındaysa olanlar olur ve hadise az biraz önce fine olan kimsenin içinde patlayıverir. Benimki de o hesap, sabah saatlerinde gayet fine (!) olduğumu iddaa ederken 1-3 dersi esnası ve sonrasında kendimi kaybediverdim; akabinde yine fine oldum ama iş işten geçeli baya bi olmuş meğer, sonradan farkettim. Akşam derslerini iptal edip erken çıktım, six feet under(ground) Doktor'un yanına gittim, giderken etrafımda olup bitenlerin flulaşmaya başlamasına ve buna bağlı olarak içimin samanla dolduruluyor olduğu hissine anlam vermeye çalıştım ve Doktor'a ulaştığım an ipler koptu. Eve varana kadar fine ve totally lost it arasında gelip giden bünye daha fazla dayanamayarak literally göçüverdi. Sonra ateşlendim ve yaklaşık 17 saat kadar uyudum. Arada sittin kez uyanmışımdır bittabi, de her uyandığımda yanımda bekleyen birinin olduğunu görmek nasıl bi huzur verdi bünyeye işte onu şu şahane kelime haznemle tanımlayabilecek beceriye sahip değilim. Dediğim gibi; hastayken yanımda kimse olmaz benim, kendi kendine geçer gider. İşte sadece bu yüzden bile..just fine.

* soğuk algınlığının halk arasında en bilinen hali.


SGIE

Saturday, November 01, 2008

almost brave: akşam itibariyle almam gereken gayet ciddi kararlar olduğuna ayıkmış bulunuyorum. Söz konusu kararları ne zaman hayata geçireceğim konusunda en ufak bi fikrim olmamasına rağmen, onlar bana geçirmeden ekşın yaratma zamanıdır nidalarıyla gaz vermeye çalışıyorum bünyeye. Haddinden fazla uyumak yok mesela bundan sonra. Her ne kadar günlük rutinlerin yarattığı daralmayı sadece ve sadece uyku iflah edermiş gibi görünse de, daralmanın feriştahını mod düşüklüğüne tercih ediyorum. İşime de 4 (dört) elle sarılmak istiyorum ayrıca. Aslında istemiyorum, zira imkansızlığının farkında olmakla birlikte bu bağlamda yaratmış olduğum metafor da kılişenin önde gideni olduğu için sallamamayı tercih ediyorum. Bir de sigarayı bırakacağım sanrısını yaratarak kendimle dalga geçmeye niyetleniyorum. Olana değil olması gerekene odaklanmak suretiyle pozitif koşullanmak en mantıklısı aslında, da mantığa tekme basalı çok oldu be güzelim; ebeye selam artık, malum.

almost pregnant: ali cengiz'in göbek adını değiştirerek kendime has bi takım oyunlar geliştirmeye niyetlendim durduk yerde. Göbek adı neden illa göbekle ilişkilendirilmek zorunda ona da takılıyorum istemeden. Hani orta ad gibi şapşal bi çeviri kullanmak niyetinde değilim ama en azından yedek ad ya da sonraki ad gibi kullanımlar daha hoş duruyo gibi sanki. Kaldı ki, kendimi tanıtırken de asil adım şu, yedek adım da bu gibi girizgahları tercih etmiyorum. Göbek saçma sadece, memnun olduk.

almost in love: bilen bilir Antalya'dan ne kadar haz etmediğimi ve hatta tiksindiğimi. Memleket herkeslerin tatil ve türevi hayallerini süslerken benim topuklarımı kıçıma vura vura kaçmama sebep olur nedense! Ankara da tam tersi hissiyat kümeleri oluşturmuştur şimdiye kadar. Ancak, dün gece durup düşünmek durumunda kaldım yapacak literally hiçbir şey olmamasının da takdire şayan katkısıyla. Yaşımız geçmiş avuntusuyla dışarıya falan çıkmıyoruz ya artık ve hani çıksak da -çoğunlukla- gidecek bi yer bulamıyoruz ya, işte tam da bu hadise Ankara'nın da kotasını doldurduğu anlamına mı getirilmeli acaba (oh, no)! Yoksa it's just evde takılıp şarap açarak dizi ve/ya film izlemek daha "sükun" bi ruh hali mi yaratıyo? nam-ı diğer thank god it's friday vs. screw god it's everyday.

vanilla: grey's anatomy 4. sezonun bitmesiyle oluşan fiziksel boşluğu -ki sezonun yarı boyunca askerde olduğum için bi halta benzemedi- sex and the city ile doldurup fabulous bi kimse olup çıkıvermiştim. Şimdi de 5. sezon bölümleri arasında beklemek zorunda olduğum 1'er haftalık boşlukları farklı dizilerle doldurma eğilimindeyim. Bu durumdan nasibini alan ilk dizi kisses'nhugs gossip girl oldu. Şu küçük emrah modunda gezen fakir ama gururlu esas oğlan tiplemeleri (bkz. the o.c.'den ryan) nereye kadar dedirtse de ilk sezonu iki günde yalayıp yuttum, eğlendim falan. Bi yandan da biz de lise mi okumuşuz allasen! demekten alamadım kendimi. Pokémon'u çocukların zihinsel ve bedensel gelişimi açısından zararlı bulup yayından kaldıran zihniyet gossip girl'ü de ergen gençlerin yine aynı ve ona ek olarak duygu-durumsal gelişimleri açısından (bkz. who wants to be a millionaire?) zararlı bulup sktr eder mi acaba onu merak ediyorum.

Part of Speech

Thursday, October 30, 2008

love is a verb here, in my room.

Take A Bow

Wednesday, October 29, 2008

Bloguma erişimimi engelleyen yandan yemiş karar mekanizmalarına ağız dolusu şarlayamadan yapılan hatadan geri dönülmüş bile. Yapılan hata deyince "İstanbul bugün bi facianın daha eşiğinden döndü sayın seyirciler!" girizgahlı tanker patlaması ve/ya gemi çarpması haberleri geldi aklıma. Faciadan hep kılpayı kurtulmamıza ve yapılan hatalardan her seferinde itinayla dönmemize rağmen aptallıktan imtina edemiyoruz bi'türlü; ironide üstümüze tanımıyorum haliyle. Bu bağlamda, ulusal bi sokağa çıkma yasağı ilan edilsin ve sadece zekiler sokakta gezebilsin; aptallar da koruma eşliğinde birbirleriyle görüşebilsin falan, modern dünyanın en büyük gerekliliği bu bence.

Geçenlerde yazmaya başlayıp daralmak suretiyle yarıda bıraktığım bi gönderi vardı. Artık dünyanın en şahane DVD oynatıcısına sahip olduğumdan ve ışıklarının her ne kadar pavyon esintisi yarattığı düşünülse de, fikrimin arkasında durduğumdan (bkz. evet, dünyanın en şahane DVD oynatıcısı), zikrimin ise üstüne binip gezmek istediğinden bahsetmiştim. İşte, o durum hala geçmiş değil.

Uzuncak bi süredir oturup fikir beyan etmişliğimin olmamasından mütevellit beyin zelzelesi yaşıyorum günlerdir. Hezeyanlarımla mutluluklarım arasında kalan rutinlerime de özel ilgi göstermem gerek bu durumda!

Rutin demişken, Jay bugün ilk kez ereksiyon oldu ya da ilk kez açıp gösterdiği için öyle olduğunu düşündüm. Either way, çok duygulandım. Doktor bana benzediğini, aynen benim gibi bipolar olduğunu söylediğinde de aynı şekilde duygulanmıştım. Hatta duygulanmaktan ağzım açık kalmıştı. Ayrıca kendisinden oolum olarak bahsettiğimde "aaaa hocam çocuğunuz mu var!" gibi tepkiler alıyorum ve yine duygulanıyorum :dilçıkaransımayli: Duygu-durum bozukluğu böyle bi'şey heralde.

Yıllardır yalnız yaşamaya alışmış bi adamım ve evin içinde sürekli birilerinin olmasından çok fena kıl kaparım, lakin tam da şu an evin boşluğundan gayet rahatsızım. French Vanilla böyle zamanlarda çekilemeyebiliyomuş diye düşünürken mum söndü gitti, follow the signs?

Get Back In

Sunday, October 12, 2008

ÜDS'nin en saf halinden ALES'in en ateşli modlarına geçiş yaşıyorum gün itibariyle. Hem zitrilyonlarca yazacak şey varken, sadece sol elimin serçe parmağıyla sınırlı-sorumlu seçtiğim kelimeleri ifşa etmek arzusundayım.

Son bir haftalık süreç içerisinde küçülte küçülte kuş kadar bile kalmayan planların kalan kısmı da suya düşünce -e bi zahmet- çıldırdım ziyadesiyle. Mevzu bahis çıldırmanın ne kadarı ilgili yerlere iletildi ve yine ne kadarı geri dönüp kıçımdan ısırdı bilemedim şimdi, de bundan sonra iş çıkış saatleri konusunda kesinlikle ve asla ve kat'a net yorumlar yapmıyorum, as we have agreed.

Hazır çevrimiçi örl grey çayımı da almışken, kaldır yakasını bay bay..

De-distraction(s)

Tuesday, September 23, 2008

Photobucket

abstract: it is not always the right time and place and whatever else, it just happens to take two to make glows-in-the-dark form of a heart. and it is what it is.

purpose: keep the liquid running. might seem like an ordinary repetition of the exact same phrase in different contexts, yet that does not seem to be the case. and life itself might not be that simple, either.

questions upon request: well, any potential explanation would ruin the moment and afterwards. let's just say it's a passionate triangle of the self, the mirror and the image. the rest would just be of lame importance.

code: none needed. red is still the color. end of text.

slapshot

Wednesday, September 17, 2008

ben küçük bi kültablasıyım.
küçük değilim aslında iriyim.
ama yine de bi kültablasıyım.
hem kültablasıyım hem iriyim o zaman.
oh mis.

biri kafam kadar iki karamelli fırappuçino ve onbeş sigara sonrası ruh halim bakınız aynen yukardaki gibidir. ruh halinden ziyade mide kramplarının yol açtığı bi şapşallama süreci demek daha doğru olabilir sanki, zira her şeyi ruha yamamak yakışık almıyo artık.

akademik vizyon ve misyon gereği gizli özne müşterileri kaybetmemek adına takındığım tutumların sonuna gelmiş gibi hissediyorum kendimi, bugün telefonla bilgi alma yoluna başvuran bi adamın tutkuyla beklediği sınıfın açılmadığını öğrendiğinde "oraya gelip kavga etmem gerekicek o zaman!" demesi üzerine kendimi -yarı- kaybedip ağzını payladığımda farkettim. kaldı ki daha geçen hafta sertifikasındaki hata yüzünden çemkiren bi hatunu hadi yallahlayıp kovmuş ve üstüne de cumartesi amirliği esnasında, angut çocukları kur tekrarı olunca boku okutman(ım) ve kurum(um)a atıp sıvamaya kalkan başka bi densiz hatuna haddini bildirip nispeten daha insani bi tavırla -yine- kovmuş bulunuyorum. insan göresim yok dedikçe çoğalıyo adamlar, nasıl iş anlamadım!

bak sinirlerim oynadı yine, 2009'a bu şekilde girmek yok anlaşıldı mı!

Shitful of Love

Saturday, September 13, 2008

Milföy hamurundan bozma bi içim var sabahtan beri. Ebenin jujusuyla (bkz. .mın kukuya dönüştükten sonraki en şirin hali) orta şekerli arsenik kombinli şahane bi cumartesi olacağı zaten belliydi; ayrıca cumartesinin gelişi cumadan girer de açılmaz bile.

Ofis saatleri dahilinde gark olduğum dehşet-ül sefalara dair tek kelime etmek niyetinde değilim, zira beraberinde pek çeşitli diğer kombinleri getireceğinden korkmaktayım. Ama tek bi'şey var istediğim; devlet baba, başbakanlık bünyesinde kadının statüsü ve sorunları genel müdürlüğü gibi bi "şey" bulundurmak yerine aptallık üst limitini sabitleme enstitüsü falan kursa mesela hoş olmaz mı! genel müdürlükte gözüm yok asla, sadece birilerinin bu çok ciddi ulusal soruna odaklanmasını bekliyorum artık.

Önümüzdeki 2 gün boyunca cinlerimle yalnız kalma fantezisini araştırıp geliştirmek niyetindeyim. Hepsi ters dönmüşken kaçırmamalı bu fırsatı he!?

Başlık içinse Antony beni affetsin. Ona istinaden şöyle bağlamalı hadiseyi;

I hate you with all my heart, and I have a big one!

nefretlik durumlar

Wednesday, September 03, 2008

Şimdiye kadar yediğim en challenging mim bu olsa gerek, sırf bu yüzden pek sevgili syntax error dostuma bana bu kalbi kadar temiz mimi ayırdığı için en bi şahane sevgilerimi sunuyorum sulu öpücüklerimle birlikte.

Challenging dedim ya, ona istinaden şöyle bi açıklama felan yapmak yerinde olacaktır; benim gibi şahsı uyuz bi adamın en nefret ettiği durumları kategorilere ayırıp üstüne bi de sıraya sokması ziyadesiyle karın ağrısı bi durum. Yani sürekli nefret dolu bi insan değilim (!) bittabi, öyle görünüyor isem de işin kinayesinden mütevellit olmalı. Kişilikli mantıksal çıkarımlarım bi tarafa, obsesif-kompulsif eğilimlerim hayatı kimi zaman çekilmez kılar gibi gösterse de, -forgive the cliché- mükemmellik ayrıntılarda gizli olmakla birlikte detay canavarlığı, kişisel fark yaratımının en öncelikli vazgeçilmezlerinden biri felandır da.

Hal böyleyken, introduction introfunction ve hatta introfiction'a dönüşmeden şu şekil bi dizilem yapmak mümkündür;

kilim-paspas ve sayirin yamulan kenarlarının düzeltilmemesi. ne kadar görmezden gelmeye çalışsam da, içimi saran iflah olmaz ateş yaptığım işe de engel olmak suretiyle mevzu bahis kenarları kalkıp düzelttirmeye iter bünyeyi. yamuk tablolar da aynı etkiyi yapar. 1 saat uğraşmam gerekse de tekeer teker düzeltirim hepsini. kendi evim olmak zorunda değil bu arada. bakış açısı eksikliğini gidermek en ulvi bi görevdir bu bağlamda. (bkz. çalıştığım merkezin 8 katlı binasındaki 808 resim ve benzeri bugün düz duruyosa sayemdedir, o derece.)

bulaşıkların olduğu gibi mutfak lavabosuna doldurulması. sorumsuzluğun bu kadarı! derim sadece. kimine göre evin en az vakit geçirilen yeri olması sebebiyle kişiliksiz bi mekan olarak görülebilir, lakin kazın ayağı o kadar ucuz değil arkadaş! mutfak kutsaldır bi kere. yemek sonrası oturup sigara-kahve yapmak nasıl zevklidir bilmeyenler bi öğrenip çıksın karşıma. hadi tabakları olduğu gibi koydun, aralardaki o çatal-kaşıklar nedir yani, estetik ziro.

lavabodan çıkarılan tabakların itinayla yıkandıktan sonra büyükten küçüğe dizilmemesi. sürecin en acıklı kısmı bu olsa gerek. o kadar uğraşıp yıkadıktan sonra tabak-çanağı öylece paçavra gibi dizmek hiç adil değil. aynısı çatal ve bıçaklar için de geçerli. çay kaşıkları ve bilumum küçük culinary item boyutuna göre dizilmelidir. Hem toplarken sağladığı büyük kolaylığı da unutmamak gerek. öyle bi damla pirille dağ gibi bulaşığı yıkadım, temizledim, pampak ettim demeyle bitmiyo bu işler, azıcık duyarlı olun yahu!

kültablasına kül ve izmarit dışında yabancı madde atılması. tiryaki kimseleri en çok çileden çıkarabilecek durumdur kuvvetle muhtemel. şahsen, söz konusu maddeleri küllüğe atan her kimse burnunun ucuna basmak istemişimdir hep sigarayı. ironiye bakınız ki, aynı kimseler sigarayı muslukta söndürüp çöpe atan diğer kimselere uyuz olma lüksünü bulabilmektedir gayet. karşılıklı saygı ve sevgi çerçevesinde boğmak isterim bu tiplemeleri.

içmekte olduğum çay-kahvenin iznim olmadan dökülmesi. neymiş efenim soğumuşmuş. soğuk soğuk içilirmiymişmiş. ulan sana ne! ağız benim, dil benim, mide benim. hem sen sıcak içiyosun diye laf etmişliğim var mı ki şimdiye kadar malcan! havalar ısınmaya başlayınca da oy bi aysti olsa yok bi fırappe olsa diye ağlıyosun ondan sonra, hani soğuk içilmiyodu!

ortak yaşam alanlarının kişisel zevk-ü sefa dürtülerine alet edilmesi. çok geniş spektrumlu bi hadisedir kendisi. çoğunlukla eve kız atmaktan tutun da, tanımadığınız ve çok yakın olarak nitelendirilen insanların eve gelmesine kadar pek çeşitli türevlerinden bahsetmek mümkündür. bu kimseler nedense hep çok sinir bozucudur. hani önyargıyla felan yaklaşılır zaten, lakin yakınlaşma çabaları ve sosyalleşme güdüsü gözüme gözüme girmeye başladığı anda çığrımdan çıkarım gayet. sonunda uyumsuz ve sorunlu olarak addedilebilitem vardır ama başarmışımdır işte, herkes rahatsız olmuş ve eğlencenin doruklarına çıkamamıştır sayemde *yolilayi-huu yuffilayyi-hee*

sevilmeyen müziklerin çalınması. en bencil olduğum husus kendisi, farkındayım; lakin yapacak hiiiçbi'şey yok. ben böyleyim, yiyosa gelin.

Yukarıdaki asıl nedenler ve bi ondan daha fazlasından dolayı, yalnız takılmak ve huzur bozmamak adına her gün 60 kilometre yol yapan bi kimseyim. normal mi? evet. hayır. belki. hem dön de kendine bak bi önce, budur.

gray matters inside & out

Monday, September 01, 2008

Son gönderinin üstünden 1 ay mı geçti şimdi? Peki mevzu bahis gönderinin, yapıldığı ayın 31'inde kendini bulmuş olması, ait olduğu ayı reddedip kendine saygısını da yitirmesini gerektirir mi?

*
tennis is difficult. i love you.
my family and me. i love you.
i can't change my life. i love you.

**
fuck you because i loved you.
fuck you for loving you, too.
i don't need a reason to hate you the way i do.

* üst göstermeli ifade öbeği, basit bi kur atlama sınavının hepi topu yarım sayfalık kampozisyon kısmından alıntıdır. sahibesi kimse nasıl bi ifade karmaşası yarattığının farkında olmadan derin anlamlara gömmüştür boşlukta sarsılan söylemleri.

** üst göstermeli ifade öbeği ise, aslen çok başarılı bi şarkının nakarat tabir ettiğimiz kısmını oluşturmakla birlikte, şahsıma * üst göstermeli ifade öbeğinin tamlayanı gibi görünme eğlimlerine gark olmuştur gün içerisinde.

Bi tarafta basit bi dil öğrenicisi, diğer tarafta da fenafillaha erip geri yere çakılmış bi rock star. En öngörül(e)medik zamanlarda herkes nasıl aynımsı oluverire en güzel bi örnek işte size.

Hani tam da gecenin şu körü hayatın aslında ne kadar basit bi denklemden ibaret olduğuna dair sayfalarca lakırdı döşeyebilecekken, oynamak istemiyorum artıklara ulaşıyorum kendi kendime. Aşkla nefretin muhteşem uyumuna dair bu bağlamda söylenebilecek tek şey siyahla beyazın ortayı buldurmayan aşk ve nefretidir sadece. Grinin şahsiyetsiz bi renk parçası olarak kalması da işbu iki uç arasında çekiştirilip durmasından başka bi'şey değildir. Siyahlar içinde birine hayran olmamak elde değildir çoğu zaman, asil ve hatta karizma olarak değerlendirilip ağızdan boşalan sular toparlanmaya çalışılır. Beyazlar içindeki başka bi kimse ise çok masum görünür ve garip bi şekilde yine hayran bırakır kendine ve yine ağız sıvıları şarıldamaya başlar. Aynı ilgi ve şefkati griler içerisinde salınan bi kimsenin elde etme olasılığı ise evet, öküz götünde arpacıktan bi boy daha ileriye gitmez, gidemez.

Aşkla başlayan seks hep çok anlamlıdır mesela, çünkü ilerleyen aşamalarda en vahşi olana dönüşecektir samimiyet adıyla. Samimiyet ve en hisli dokunuşlar beyazdır ve fakat hareketler sertleşmeye başladığı andan itibaren siyah patron olacaktır en nihayetinde. Kırmızıyla siyahın cazibesinin nedeni de bu olsa gerek; tutkuyla sarmalanmış en karşı konulamaz hayvani iç güdüler, evet hayvanız en nihayetinde.

Durum şudur aslında;

id'im üzerindeki otomatik pilotu boğazladım gitti. 5 duyu konuşmadan da yaşamı devam ettirmeye yeterliymiş gayet.

man is the baby

Sunday, August 31, 2008

Sonbaharı bekleyen kumrular gibiyim ve hatta sevmekten kim usanır, hayrına tarzan olayım gibi nağmelerle en baba bi hareket çekiyorum Ağustos reziline. İnsanlık dışı sıcakların şahsımı insanlığından daha fazla çıkartmamasını istiyorum. Jay de ayaklarımı yalamasın artık, n'olur!

Ayrıca Baileys ve Kahlua harmanlamasıyla gayet kafayı bulabilien bi kimseyim. İlk kez görür gibi bi heyecanla A-aaaa bak kırem karamelli bu, A-aaaa bak bu da kahveli diye diye götürdüğüm kadehlere bi Pazar sabahının sekizinde kalkıp mesai yapacak olmanın daraltısı da eklenince, takriben 1 saat içinde gökyüzünde yalnız gezen yıldızlarla ip atlayan bi kimse olup çıkıverdim, ne hoş.

İlişki gurusu kadrosundan da istifa ettim bi süre önce. Hiçbi sosyal/tinsel güvencem kalmadı ve fakat huzurluyum. Hem pek marjinal değişikler yapmak üzere enerji toplar vaziyetteyim an(lar) itibariyle. Fazladan kimseye ve hiç'bi şeye tahammülümün olabileceğini sanmamakla birlikte elimin tersiyle okkalı bi tepiveriyorum, o kadar.

Az yukarıda bahsi geçen potansiyel değişikliklerle gayet bağlantılı olarak, öğretmenliğin bana göre bi'şey olmadığının ve derslere isteksiz girip bu durumdan ziyadesiyle sıkılıyor olduğum acı gerçeğinin zö boss tarafından da belirtilmesi bünyeyi tedirgin etmek yerine baya bi rahatlatıp neşelendirdi bile. E o zaman hem dinleyip hem yazmak gibi bi'şeyler yapmak zamanıdır çok yakında!

sign-out

Friday, August 22, 2008

Public Displays of Affection başlıklı bi gönderi vardı yapmam gereken, vazgeçtim. Hani durumlara uygun şarkılar bulmak isteme eğilimindedir ya kimisi ve hani kimisinin de düşünmesine bile gerek kalmaz ya bulmak için; tesadüfen çaldığı ya da gayet random söylemeye başladığı ilk şarkı günün özetidir aslen, öyle işte. Pek bi önemi kalmadığından olsa gerek.? Çakma bi değişim sürecinin kenarında ve hatta tam orta yerinde olabilirim. Yine pek bi önemi kalmadığından olsa gerek.? Yazmaya hiç bu kadar erinmemiştim şimdiye kadar.

Maria-something açıp SATC izlemeye gidiyorum ben. Orospu karmam eşlik etmese n'olur ki!

Oh, Lady Bug!

Wednesday, August 13, 2008

Çok manidar şeyler yapasım var gibi bu akşam. Hani böyle maniler düzüp sağa-sola yollamak ya da şapşal kelime oyunlarıyla kendimi şaşırtıp eğlenmek gibi. Bunların hiçbiri manidar görünümlü değil, farkındayım; lakin işin özü orda zaten. Herkes gördüğü gibi anlayacak olduktan sonra ben ne diye uğraşsın allasen!

Öğrencilerim de bugün -yine sayemde- histerik kelimesinin anlamını uygulamalı şekilde görme şerefine nail oldular. Derse girdiğim ilk andan itibaren 32 diş sırıtmak suretiyle yaptığım konuşmaların arkasını kesemeyince, çift kişilikli okutman modunda saldım gitti. Kas-kasıl nereye kadar. Hatırlayamadığım kadar uzak bir zamanlar sahne korkum vardı, evet. Bir de şimdi bak ve hatta dön bak aynaya, bu sen misin hatırla! Patlıcanın ingilizcesini de yazamıyomuşum ayrıca, bugün farkettim. Aborgine değil abeurgine (bak yine yannış yazdım!) aubergine olacak(mış )doğrusu. Bi öğrencinin de dediği gibi, beraber öğreniyoruz işte. Ne tatlı.

Birden çok yoruldum. Gözümün önünde hala ağustos dönemi 100 saatlik hazırlık atlama programından kareler uçuşur vaziyette. Aynı programı 808 kez evirip-çevirdikten sonra ilk formatından bir arpa boyu ileri getirmiş olmanın evlere şenlik sinirini yaşar gibiyim hala. Ve lütfen pek sevgili üniversitelerimiz sınav içeriklerini enine-boyuna yaraşır biçimde hazırlayıversin bundan sonra. Koskoca tabir ettiğimiz üniversiteler makul sınavlar hazırlarken, onların bi'kaç beden altı kurumların kendinden geçip nerdeyse çakma TOEFL kriterlerine uygun bi prosedür takip etmesi midilli skinde uğur böceği izlenimi yaratıyo gayet.

Uğur böceği dedin, aklımı aldın. Sanırım bu kadardı.

upset butterflies in my stomach

Monday, August 11, 2008

Son iki güne damgasını vuran bozuk mi(ğ)demle alakalı olarak herhangi bir resim felan koymak niyetinde değilim, en tatlısı bile mi(ğ)de bulandırır kanımca. Hem sebebi de haftasonu boyunca fütursuzca tükettiğim alkol, evet. Confession on a dance floor oldu tam. Ayrıca bi süre kavunla alakalı bi'şey okumak, yazmak, tatmak, görmek ve de duymak istemiyorum. Blog da schizoaffection with a melon on top kıvamına gelmek üzereyken yerinde bi karar olduğu inancındayım gayet.

Elimi-sallasam-yüzellisi-gayrısından-bana-ne kişisi olmadığım gibi olanları da pek onayladığım söylenemez, lakin the end is the beginning is the end de değil hani. Her bitişin yeni başlangıçlara gebe olması gibi, kapanan her kapının başka bir kapının açılmasına dalalet olması da çok umrumda değil. An itibariyle kendi içimde çelişiyor olmam algılarımın kapalı, duygularımın dumur olduğu anlamına da getirilmesin lütfen. Gayet kendimdeyim ve hareketlerimden sadece ve sadece ben sorumluyum hala.

Your relationship is my greatest nightmare recognized!

Rahat addedilen tüm yaklaşımların hayat kolaylaştırır nitelikte olduğunu farkedebilmek çok zor sanırım. Ya da farkedip kabullenmek çok acı verici olduğu için hep daha fazlasını istemek daha kolay. Buyrun size kaos en karamellisinden. Fazla ilgiden, gösterilen fazla ilgiye aynı fazlalıkla karşılık beklenmesinden, gelecek planlarından ve daha "ben"le uğraşmak yeterince zorken birdenbire "biz" oluvermekten boğuluyorum, daralıyorum ve diğerleri. This is me being the very me, deal with it!

bi de something decent shouldn't be THIS impossible to come along, right!?

A Tribute

Wednesday, August 06, 2008

Bir zamanlar paint üzerinde yaptığım çalışmalardan bahsetmiştim şurada. O vakitler askerdim, bilmem kaç ay sonrasında aşağıda görülecek olan çalışmanın yüklemediğimden fazla anlam kazanacağını bilemezdim bittabi.

Bu bağlamda, major thanks to Carrie Bradshaw and the.posse. Kendilerine beşinci olmaya aday olduğumu da belirtmeliyim içim fışkırırken!.

Photobucket

short story in circles

Monday, August 04, 2008

Tek bir tane üzerinden milyonlarca yorum yaptıktan sonra hepsinden önce açtığım yeni sekmeye şöyle bir bakıyorum göz ucuyla ve kendi etrafımda silik daireler çizmeye başlıyorum.

Photobucket

once upon a time, none lived happily ever after.

Augustus The Melonhead

Saturday, August 02, 2008


Ogustus Yulyus'u kıskanmış vakti zamanında, o yüzden ikisine birden otuz-bir gün vermek zorunda kalmış whomever it has terribly concerned. Ve hatta Ogustus bana-ne-bana-ne-ben-de-isterim-bööö kişiliğiyle gayet örtüşür şekilde 0-6 yaş reyonlarından yaparmış hep alışverişini.

Ağustos'un gelişiyle birlikte, hangi ayın otuz hangisinin otuz-bir çektiğini yumruk üstü girinti-çıkıntılarına bakarak hesaplayan ve yumruklar birleştiğinde iki çıkıntının neden yanyana olduğuna ayıkamayan kimselere yapılabilecek en güzel bir açıklamadır az yukarıdaki. For dummies kıvamında olsa da akılda kalıcıdır, eğlencelidir falan. Ayrıca ayların kaçar günden oluştuğunu neden çekmek eylemiyle belirtiriz anlayamıyorum, çok gereksiz.

Önemli not: Kavun meyvesinin hastası değilim. Kavunlu sakız çiğnemem ve yazlık mekanlarda içine dondurma doldurulan kavuna da içim falan akmaz. Ama kavunlu Vin Cent aklımı başımdan alır. Dün gece itibariyle Cardinal Melon da aynı etkiyi yaptı bünyede. Elimde şekerli içkimle salonun bir ucundan öbür ucuna; got so totally drunk, mmhmm.

Hoşuma mı Gitti?

Thursday, July 31, 2008

Böyleyken böyle. Socially unacceptable addettiğim, hiç etik değil diyerek şarladığım ve esheflerle kınadığım ne varsa burnumun dibinde bitiverdi son iki haftadır.

Peki rahatsız mıyım bu durumdan!?

Üçüncü-sınıf-pavyon-şarkıcısı kahkahaları* eşliğinde, hayır!

Konuşmaktan da yoruldum artık. Derste, telefonda, çevrimiçinde, çevrimindışında, ofiste, gelende, gidende, bankonun önünde, merdiven ortasında, pencere pervazında, kıçımın kenarında (!) ve benzeri neresi varsa orada. Bu nedenledir ki, gün sonunda yöneltilen sorulara 10 saniye boş boş baktıktan sonra cevap verebildim; anlayışımın kıtaldığından değil, bilakis kimseyi no more anlamak istediğimden kendisi.

Bazen Jay gibi işediğim kumla kavga etmek, halı-kilim-paspas ne varsa onun püskülleriyle oynaşmak ve oturur pozisyonda kuyruğumu yakalayıp çekerek geriye düşmek istiyorum. Adam çektiğinin kendi kuyruğu olduğunu bilmiyo mu sanki! Minare götüme, dünya skime modunda takılıyo işte, ondan iyisi mi var..!

* Üçüncü sınıf pavyon şarkıcısı falan değilim ve hatta pavyona hiç gitmedim. Kendisi, durumun bünyeye verdiği mazoşist-like zevkin göstergesi bir Türk filmi enstantanesinden daha fazlası değildir, o kadar.

Just-If-I'd

Monday, July 28, 2008

Bir nefes şaraba gömülmüş bir yudum sigaradan ibaretim ben. Minicik bir kadehe sıkışmış ellerim var. Parmak uçlarımla birlikte avuçlarım da soyuluyor hala. Her nefes umduğumdan daha ekşi bu gece. Ve hatta acı. Meşruya kaçmaya çalışan bir aldatma silsilesinin içinde biraz daha ekşiyor gibiyim. Ve hatta acıyor bile olabilirim. Kırmızı bir zarfın içinde sanki sahip olabileceğim her şey. Ruh daralmasını bu kırmızı zarfa eş koşuyorum istemeden.

Üçlü bir oyun bu.
Herkes yorgun.
Ve işte bununla başlamıştı her şey,
Bir fındık tanesi
ve belki
daha fazlası..

Birbirini bilmeyen iki farklı kimsenin bulabildiği tek ortak noktaysa gördüğüm, zarfa saklar kaldırırım düşünmeden. 60'lardan kalma bir LP'den daha değerli olamaz belki. Belki kendine hayran bırakan cızırtıların arasında eskiyip gitmez.

Yine de,

Bir nefes şaraba gömülmüş bir yudum sigaradan ibaretim ben. Minicik bir kadehe yansımış gözlerim var. Ve hatta acıyor bile olabilirim.

play all the way

Thursday, July 24, 2008

Pek uzun zamandan beri gerçekleştirmeyi planladığım template ve blog title değişikliklerine vücud buldurdum bu akşam itibariyle. Eski template'in hala hastasıyım, lakin yazdıklarımı kaldıramaz olmuştu artık korkarım. Çok kahrımı çekti, ve işte böyle..piyanonun ucundan akıp gitti..

Yeni template'in istemeden yaratabileceği Nip/ Tuck vari atmosferden şiddetle ve imtinayla kaçmak isterim, zira Kırisçın'ın poposu ve Şa:n'ın evlerden ırak surat ifadesi, daha ne!.

Schizoaffection with a Cherry on Top and the red tear down the tender cheek, to the very palm of my left hand.

Photobucket

Akıl almaz göndermelerle bezeli, algı seviyelerini zorlayan semantik bir kaos ortamına hoşgeldi sevgili okuyucu. Görsel değişiklikler bu denli fark yaratır mı ki cidden? Yoksa ben hep mi böyleydim!?

someone find my pause button

Tuesday, July 22, 2008

Gözüm dışarda değil, sadece şiş. Boynumun sağdan sola - soldan sağa dönememesinin sebebiyle baldırlarımdaki iç gıcıklayan acının ilişkisineyse odaklanmıyorum bile şu an. Yepyeni bir sayfa açtım, içinden yuvarlanıp uzamış kirli silgi parçaları döküldü yine. Lütfen durun! Öncesinde tek bir çizik bile atılmamış olması gerekirdi o sayfaya. Turuncu ajandaya geçmeye de korkuyorum henüz. Tren garına tekrar gidene kadar bir, bilemedin iki sayfa bir şeyler yazmış olabilirim belki. Tükenmez kalem kullanmayı bir borç bilmeliyim bu durumda?

Dünyayı kurtarıyorum adam!

Hergün hem de.

Müzeyyen Senar'ın hangi şarkısıydı o?

Tekrar çal diye. Daha çok sevişmek için.

Ama bu işte.

Hepsi.

erase & rewind

Thursday, July 17, 2008

Evet efenim, Jay'le 1 haftamızı doldurduk dün itibariyle (bugünü dün yaptım, her şeyim bir draft silsilesinden ibaret korkarım). Bilmeyenler için Jay, DeSalvo hanedanının en küçük üyesi olmakla birlikte -ki hanedan hali hazırda 2 kişiden oluşmaktadır- henüz 2 ayını bile doldurmamış literally minicik bir British Shorthair yavrusudur. Sol omzumdaki şeytanım ve/ya sağ omzumdaki meleğim olarak nitelendirebiliriz kendisini aynı zamanda. Yakalandığı kedi nezlesi hareketlerini kısıtlayıp az biraz limoni bi moda soksa da, eskidenmiş o; tam da şu an berjer koltuğun üzerinde kasılıyor sahip olduğu tüm İngiliz asaletiyle.

Ve yine evet, bugünü dün yapmış olmamdan mütevellit daha bi yazasım var gibi. Ya da dün yazmaya kalkıştıklarım, bugün yazılası gelenlerden daha az önemli olduğundan mı bilinmez..ne diyordum!?

You can take my soul but you can NOT take my lack of enthusiasm!

Birinin başka birini ben farkında olmadan yine benimle teoride aldattığını öğrendim bugün. İlk hamlede bulunan taraf olarak hadisenin sebebi ben mi oluyorum ki!? Ayrıca Pazartesi itibariyle aldatma durumu pratiğe dökülürse kendimi kötü hissetmeli miyim ki? Çok salladığım söylenemez an itibariyle. Hem hali hazırda cehennemde çifte kavrulacak bi kimseyim, sallasam nereye kadar!

Gerçekten yaşlanıyorum. Yok artık öyle sıkış-tıkış mekanlarda çılgınlar gibi eğlenip dağıtmak, ve hatta sıkış-tıkış olmayan mekanlarda bile eğlenip dağıtamıyorum no more, ne yazık! Geçen gece neredeyse yüzyıl sonra If'e gidildi the.gang'in büyük bir kısmıyla. Hani Jinga kimseleri de çok leziz olmuş yeni formlarında, lakin ruh keneleri basmış ruhumu; screwdriver kar etmedi, uyuz canım tequila shotlara burun kıvırdı falan. Etrafımdaki herkesin yaklaşık 808 ay tatilde olmasından kaynaklanan depresif bi oluşum da olabilir benimki, zira hala paper work ve elt üzerine sabah 9 sonrası mesai harcayan bi kimseyim.

Bazı günler fast forward edilebilmeli artık ve/ya doğrudan skip, kasmak gereksiz.

hate.red.ful normalization syndrome

Friday, July 04, 2008

. ziyadesiyle tactile bi kimse olmama rağmen gereksiz temaslardan nefret ediyorum ve hatta tiksiniyorum. bugün otobüsle eve dönerken, etrafımı çeviren 4 kadını bizzat bu sebepten kafalarını cama vurup kırmak suretiyle öldürmek istedim. şöyle ki;

sol çaprazımdaki kadının çantası sol ayak bileğime çarpıyordu.
solumdaki kadının çantasının salak püskülleri sol kolumun kıllarına sürterek kaşınıdırıyor ve üstüne huylandırıyordu.
önümdeki kadının manda boku rengi dalgalı saçları, koltuğa yasladığım sol elime dokunup yine kaşındırıyor ve huylandırıyordu.
son olarak, sağımdaki kadının t-shirtünün kolu sağ koluma sürterek bünyeyi çileden çıkarıyordu.

minik tefek bi adam olsam azıcık toparlanır en azından ikisinin etkisinden kurtarırdım kendimi ama ne mümkün! uzun bacaklarım ve geniş omuzlarım buna müsaade etmez, edemez. ayrıca niye hepsi kadın a.k.!

. bi daha mümkünse pampero denen yere gidilmesin. gidilse de önceki mekan drunk olmasın, zira temmuz'un 3'ünde iliklerime kadar üşüyebildiğim için çok mes'udum. tek nedeni o değil bittabi. verandadan ileri en bahçeyi çok beğendim, evet. koltuklar çok rahat, armutlar pek davetkar ve vodka-tonic gayet kıvamında.

. bahçeli 7. cadde girişinde, yanımızda duran polis arabasını farketmeyip kırmızıda geçen ve üstüne iki farklı polisin yönelttiği "neden kırmızıda geçtiniz (abla)!?" sorusuna yine iki kere "ama kimse devam etmiyodu!" efsanesiyle yanıt veren na-jay beybiye aşk dolu sevgilerimi yollamak istiyorum tam şu an. promil testi de isteyebilirdik üstüne, buna da şükür bittabi.

. yazılı seviye tespit sonrası sözlü seviye tespit yapmaktan da deliler gibi tiksiniyorum artık. malum ambiguous oral placement bahis ettiğim. daha önce belli kereler yine bu sayfalarda dalga geçmiştim kendileriyle. bu bağlamda, günün monochrome dialogue örneği olarak şöyle bi'şey gösterilebilir;

+ can you sing?
(30 sn. sonra)
- yes, I can.
+ ok, can you dance?
(40 sn. sonra)
- yes, I can.
+ ok, now, are you dense?
(5 sn. sonra)
- hı? annamadım hocam.
+ yok bi'şi. git bankoya kaydını yaptır. hadi.

. big bossla kapışmamızın ikinci günü kutlamaları kapsamında her şey normale dönüverdi birden. nasıl oldu anlamadım. istifa etme noktasına gelmişken böyle anormal bi normalleşme fırtına öncesi ya da sonrası sessizlikten hangisi olur ki acaba! çok yorgunum, ayıkamıyorum.

let us see then you and I.

monologue

Tuesday, June 24, 2008

Photobucket

-when will i see you again?.
-how's never?!

keep it running

Monday, June 23, 2008

Ve evet, Zeynop'la gecenin bir körü giriştiğimiz koyu muhabbet dönüp dolaşıp Tori Amos'a geldi yine. O sordu ben söyledim bu haftaki Top 3 Amos şarkımı. Bilinçsizce seçilmiş gibi görünen 3 şarkı; Baker Baker, Liquid Diamonds ve Roosterspur Bridge. Hadisenin garip kısmı şarkı isimleri değil bittabi. 3 şarkının aklıma ilk gelen sözlerini şöyle bir düşününce gark olduğum dumurları ifade etmek mümkün olamadı;

* what's in your cake this time!?

* keep it just between us!

* do you even see me now!?

İçinde bulunduğum Great Expectations dönemini ve geçtiğimiz hafta yaşananları daha bariz anlatabilecek başka 3 küçük cümle olamaz. Eeee! n'olmuş, ne var o sözlerde! demek isteyenlereyse söylenebilecek pek bir şey yok.

It's a Tori thing, you wouldn't understand.

period.

Nasıl duyduysam öyle - stop chasing shadows, just enjoy the Light! - aksi um-rum-da değil, bitmiştir. It's like ten thousand spoons when all you need is A knife ayrıca. İronisi bende kalsın, bi de her şey iyi olacak safsatalarıyla gelinmesin bu defa mümkünse. It doesn't even sound like a phrase anymore. Period.

Photobucket

light up the.finger

Saturday, June 21, 2008

Hafta başından beri taş çatlasa, top patlasa günde 2 saat uyuyabiliyor zavallı bünye. Hani bilinçaltımda bilincinde olmadığım bi'şeylerin varlığından söz etmek mümkün mü bilemiyorum, zira hepsi burnumun dibinde durup duruyor. Büyük bi adım attım bu gece, belki, kendimce. Feedback ne şekilde olacak kestiremiyorum an itibariyle, sadece "hadi gel beni kurtar, yoksa durduramam." demek istiyorum en manidar tavrımla. B.B. kişisinden de kurmaya çalıştığım iletişime karşılık gelmiş değil henüz. Sarayın soytarısındansa hikayenin esas oğlanına rezil olmayı yeğlerim mantığı işe yarar bi'şeymiş onu görmüş oldum en azından. Zaten dakka başı 88 fikir değiştiren bi oğlak erkeğiyim, hani tutarsızlıkmıdır yoksa restless olmanın getirisimi tartışılır bittabi de, yorma beni - yeter gayrı -leyli leyli!

Bu arada, hani ben sigarayı bırakacaktım ya, işte ona istinaden şöyle bi güzellik yaptım bugün - editlemeden filtrelemeden olan doğallığıyla paylaşıma sunuyorum;


Çok etkiledi beni nedense. Tepede görünen gizemli ışık öbeklerinden ya da sigarayı tutuştaki asaletten olabilir - of anam! Fotoğrafın kalan kısmında vudukızımla gayet derin mevzulara dalmış olmamızın mutluluklara gark eden dayanılmaz hafifiliği belki de kısaca. Hemmen ciddi bi'şeyler yazmalı bunun üstüne?

Smoking is orgasm anywhere. Shot my nada, baby! Oh, yesss.

half

Wednesday, June 18, 2008

"Hiçbir şey"e ithafen sen ve ben'e kaldığı yerden devam etmek istedim ama beceremedim. Ayracımız yokmuş meğer. Hikayenin tam ortasında kalmışız sıkıştığımızı farketmeden. Sen kimsin onu da hatırlayamıyorum. "And then I pointed the gun towards my very self" son cümlesi var aklımda. Hikayenin ortası bildiğim yer bizzat sonuydu belki. Sen de benden önce ölmüştün, hatta ben öldürmüştüm, onu da hatırlayamıyorum. Bu yalnızlık takıntısı da hikayeyi istediğim gibi tamamlayamamış olmamın kaçamadığım sonucu. Hiç benzetme yapmadan kırıvermişim kalemi tam da ortasına geldiğimde. Yeni yeni farkediyorum son cümlede nokta yerine kurşun parçaları koyduğumu.

Tanımlayamadığım bir şeyler daha var aslında. İnat etmemeliyim bu kadar. Birileri bana kalkıp düz bir çizgi üzerinde yere bakmadan yürümeyi öğretmeli. Uçurum var sanıyorum ayaklarımın altında. En dibinde de düşmekten korktuğum nehir incecik bir çizgi gibi görünüyor. Aynı üstünde yürümeye korktuğum ip gibi. Renkleri farklı sadece. Bir de, nehir hep görmeyi istediğim göle dökülüyor. Nehir olmasa göl de koca bir boşluktan farksız. O da benim gibi. İkisi ne olursa olsun kesişiyor en sonunda. Boşluk bildiğim boşluk değil artık. "And then I pointed the gun towards my very self" son cümlesi var boşlukta. Nehir daha da belirginleşiyor, kurşun parçaları ağırlaşıyor. Ben hala ipin üstünde tökezliyorum..

the.lake

Tuesday, June 17, 2008

Önüm dumanla kaplı ve ağzımda rezalet bir tat yine gecenin bu vakti. Sigarayı bırakacaktım tam 7 gün önce. 7 yıl önce de aynı kararla yola çıktığıma eminim. 7 yıl sonra da dumanla yalnız olmamalıyım yine gecenin bu vakti. Yapmak istemediğim şeyi, her şeyi hala yapıyorken, karşı kıyıda beni bekleyen şeye, her şeye ulaşamıyor olmamın suçunu da dumana atıyorum utanmadan. Uykuya yatmadan önce, tüm bu karmaşaya rağmen tek bir şey var aklımda oysa ki;

my infant spirit would awake to the terror of the lone lake.

Photobucket


-yor.ken sadece

Monday, June 16, 2008

Plağın üzerine koydunuz yine elinizi. El sizin değildi. Tırnağınız da iğne değildi. En sevmediğim şarkınız çalmaya başladı. Gözlerimi kapayamadım. Gözleriniz kapanıyordu. Ayakta durdum sadece. Boynunuz bile düz duramıyordu. Çok yorgundunuz. Nasıl da uykusuzdunuz. Uykuya daldım sizi izlerken. Rüyamdaydınız yine. En sevmediğim şarkınız çalıyordu hala. Mırıldanıyordunuz boynunuz yana düşmüş. Gözleriniz aralanıyordu. Nasıl da uykusuzdunuz ve nasıl da parlıyordu daha açık gibi görünen sol gözünüz. Yanınıza sokuluyordum rüyamda. Kahverengi koltuğun tam ortasında oturuyordunuz elleriniz iki yana bırakmış kendini. Kıpırdayacak haliniz yoktu. Nasıl da masum görünüyordunuz. Dışarıdan bakıyordum kendinize. Sağ işaret parmağınız kaskatı kesilmiş duruyordu. Tırnağınız çatlamıştı sanki. Daha çok sevdiğim diğer şarkınız çalmaya başladı sonra. Başımı öne eğip daha da sokuldum kahverengi koltuğunuza. Nasıl da usuldunuz. Sağ işaret parmağımı uzatıp daha açık gibi görünen sağ gözünüzün altına doğru dokundum. Nasıl da huzurluydum. Çok yorgundunuz. Kıpırdamadınız bile. Daha da parlar gibiydi sanki gözünüz. İçinizde bir yerlerde soluksuz yazıyordunuz yine. Tek kelime okuyamıyordum. Biliyordum. Kokusunu alıyordum. Çok tazeydiniz. Hepiniz. Birlikte. Ve biz. Nasıl da yumuşak soluyordunuz. Avuçlarınız terlemişti. Tedirgin miydiniz?. Aniden titrediniz. İrkiliyordum ve hatta diken diken oluyordum. En sevdiğim diğer şarkınız çalmaya başladığında işaret parmağı kaskatı kesilmiş sağ kolunuzu başınızın üzerine koyup ayağa kalktınız. Nasıl da uçuyordu adımlarınız havada. Dans eder gibiydiniz. Ben yerimde doğrulamadan kayboldunuz koridorda. Işıklarınız kaldı ardınızda. Uyandım. Gözlerim kamaşıyordu. Nasıl da güzel uyuyordunuz. Maskeler vardı etrafınızda. Yüzünüzden soyup çıkardığınız binbir çeşit rengarenk maskeler. Her yere onları koyuyordunuz. Kimse tanımasın sizi umuyordunuz. Nasıl da büyüleyiciydiniz. Hala yazıyordunuz daka kesik soluklanarak. Duramadım daha fazla. En son kahverengi koltuğunuza dokundum. İzim kaldımı bilmiyorum. Kapı kapandı ışıklar arasında. Nasıl da güzel parlıyordunuz.

not there, yet.

Wednesday, June 11, 2008

Pek çok şey yaptım bugün;

.çok okudum.
.çok yazdım.

ama noktası nerde hatırlayamıyorum, hala aynı satıra devam eder gibiyim.

.çok içtim.
.çok çektim.
.çok dinledim.
.çok söyledim.

ama kim duydu kestiremiyorum, hala aynı kelimeleri tekrarlar gibiyim.

.çok izledim.

ama ne gördüm bilemiyorum, hala aynı noktaya takılıp kalmış gibiyim.

.çok yükledim.
.çok yürüdüm.

ama aldığım yola bakamıyorum, hala aynı yerde yuvarlanır gibiyim.

birden fazla refresh button'la cebelleşiyorum ne zamandır, kulakların çınlasın vudukızım. hala aynı zaaflara kurban gibiyim.

belki de değil. belki de kapladığı yerden, uzattığı sayfadan daha fazlası yok önümde. belki olmadan kestirip fırlatmalı olanca gücüyle.

hayatımın sıfır noktasındayım gecenin bu yarısı.
belki tamamlanmalı ben 10'a kadar saymaya başlamadan.

Allinall.Afterall.Overall I'm SO Done With This

Monday, June 09, 2008

With all the alcohol running in my veins and the coffee serving me the smallest yet most delicious sip ever and the smoke hurting my inside out, I feel the change, the inevitable and the misery that has missed me most. I am home, alone!

Kutlu dönüş hafta(sonu)nda nihayete erdi. Başlamak istemediğim şeylere yeniden başlamak zorunda olmam ya da özlemediğim dinamiklere bir kez daha boğulmam kivili şarap içmekten daha çok sıkmıyor canımı. Mükemmelliğim detaylarımda gizli sanki; mükemmel bir adam olduğum için değil, tam tersine kimseye görünmeden içten içe bölünerek çoğaldığım için. Saplantılı olduğum ne varsa aynı, hatta aynı şarkıyı 20 kez arka arkaya dinleyip 21.de de aynı zevki alabiliyorum. Tek yapmam gereken sürekli alternatif(ler) yaratmak; alternatif bir hayat, alternatif eğlence anlayışı, alternatif sosyalleşme modları ve alternatif kişilikler, nam-ı diğer içten içe bölünerek çoğalma ve mümkün olan en mükemmeli yakalama. Bu baş ağrısıyla daha fazla uzatmaya niyetim yok, olmamalı. Yazmaya başlarkenki amacım da kendimle yüzleşmek değil kutlu dönüş haftasının en detaylı bir özetini vermekti zaten. Belki sonra.

Onun Tam Karşısı

Friday, May 23, 2008

2 günde toplam 2 sigara, direksiyon başında yutulan kilometreler, hiç olmayacak otoban hikayeleri ve kaybolmayan/ kaybedilemeyen/ şaşırtmayan ben yine buralarda, başka bir şehirde ama hala orada, tüm efsanelerden uzak..eskinin pusu içinde sağı-solu silip havayı dövüyorum ellerimi sallayarak..delice. Kolay anlaşılsın, kendime büründüm sımsıkı. Battaniye gibi kapladım dört duvarımı. Sıcak geçirmez buzz gibi bir deriyim artık kendi etrafımda.

Çıplak topuklar yere vururken hangi tahtanın çıtırtısı vücut hatlarını bu kadar ortaya çıkarabilir! Tam karşımda durduğu yerde görmezden geldiğim, "don't tell me a woman did this to you.." sana mı ithaf edilmiş dünyanın öbür ucundan? Sen kimsin hem? Sabah kalktığımda söylediğim şarkı ne kadar ironikse, gözlerimi yeniden kapadığımda annemin yanıma gelip sarılması o kadar gerçekti. 26 yıl sonra bugün yine annem olsun yanımda..hep şımartsın, huzur yumağı yapsın.

3. sigara vakti geldi. Herkese benden birer şişe Vincent, dönene kadar idare etmelik.

goodbye to whatever

Friday, May 16, 2008

İçime böyle bi mutluluk, bi huzur, bi bi'şey doldu 2 gündür. Dün aldığım takdir belgesi (şeklini, şemalini her şeyini ben ayarladım ama başkası verdi) ve öncesinde giriştiğim ilişik kesme hadiselerinin bu duruma katkısı göz ardı edilemez bittabi. Şimdi sırada minik tefek (!) bi tatil ve sonrasında da I'm putting my life back on track bağlamında yapılacak bi yığın iş/değişiklik/vs. beni bekler durumda, şimdiden bi to-do list yapmaya başlamalı en güzelinden.

Ben bir sevgi kelebeğiyim. Zaafsız, önyargısız, kin-geçirmez/tutmaz bir yapıya sahibim. İnsanı insan olduğu için sever, ne olursa olsun "gel!" diye bağırırım. Kinayeyle işim olmaz, her şeyi doğrudan söyler, insanlara 2 kelime edip karşılığında 15 dakika konuşmak zorunda bırakmam -uuuu öyle tipler de mi vaaar! ne fena!-. Demem o ki, hala vakit varken değerlendirin bu fırsatı ahaha

See ya'll soonish beybies..

counting the ravens and the days and the like

Saturday, April 26, 2008

Siyah botlarını 20 gün sonrasında son kez çıkarıp geçen 137 güne silinecek yenilerini ekleyecektir DeSalvo kişisi. Basit bir ayrılığı karmaşık bir kavuşamama trajedisi haline getirmeye gerek olmadığını düşünmektedir, zira bundan sonra herhangi bir ayın 26'sını bu şehirde bu durumda görmeyecektir.

Öncesine dair bi'şey kaybolmamış bin şükür. Bundan sonra mottomuz -ağız dolusu ve ifadenin hakkını sonuna kadar vererek- "Ankara karım İstanbul metresim olsun", evet.

34

Saturday, April 12, 2008

Her aya 1-2 gönderi köşesinde bu hafta Apranax bağımlısı olmam dışında yazacak pek bi'şey yok. Olsa da yazmam zaten, zira "uff" desem askerlikle ilgili bi'şeyler çıkıyo arkasından, kas(ıl)maya gerek yok.

Neyse işte, dişim falan hiç ağrımazdı benim, İstanbul'un suyundan mı neresindense artık pek bi ızdırap veriyo bünyeye hınzır azı. Gecenin köründe uyandırması yetmez gibi bi de beynime acımasız oklar göndererek yaş getirtiyo uykulu gözlerimden. Sonrası 2 Apranax ve 1 sigara..da nereye kadar!!

Geçenlerde elemanın biriyle şöyle bi diyalog geçti aramızda;

Eleman: (Yarı beline kadar uzandığı pencereden bilgisayarı göstererek) Abi ne oynuyosun öyle?
Ben: (İstifini bozmaz şükela bi tavırla) Need for Speed.
Eleman: Ooooo hangisi yau.
Ben: 2.
Eleman: Olm o ne zamandan kaldı be.
Ben: İsa'dan bittabi, arabaları da havarileri kullanıyo zaten bak!
Eleman: Haha! Peki ne kullanıyolar?
Ben: (Alaycı bi gülümsemeyle) O-hooo-ooo sen de yani..Chariots of the God, ne kullanıcaklar ki başka!!

Az birazdan çıkıp uçak biletimi almak niyetindeyim. 17 Mayıs 2008 Cumartesi akşam üstüsü Sabiha Gökçen'le randevum olacak muhtemelen.

İlgilenenlere öpücüklerimle...

48

Saturday, March 29, 2008

Paint üzerinde post-anderthal abstracto çalışmalar yapıyorum artık ve İtalyanca öğrenmeye heves ediyorum Babylon ile. Babil'in asma bahçelerinde salınasım var vurgulu "r"lerimle. İngilizce de biliyorum ya nasılsa, zorluk çekmem zannımca.

Her şeyi ve herkesi düşünecek o kadar çok vaktim var ki, etrafımda "hiç bi halt düşünemez oldum" şikayetiyle dolaşıp duran herkesin aksine mütemadi bir brainstorming halindeyim. "Tamam, budur!" dediğim her planın sonrasında hadise dönüp dolaşıp "ama para yok a.k." ye geliyor olsa da, hayallerim, aşkım ve ben low-profiled bi yerde full speed ilerliyoruz.

Bu arada, 2 hafta sonra biletler geliyor. Military terminology bünyesinde bilet, vatan aşkı içerisinde kışlaya giriş yapan bir alt dönem aaahskerlere karşılık gelmektedir. Sonrasında so-called vatan, millet, sakarya zihniyetine bol bol maruz kalacak olan bu gençler, satır aralarındaki welcome to the jungle, ready to get fucked insensitively!? mesajlarını göremeyecek ve ciddi ciddi vatani görevlerini yerine getirdiklerini zannederken, aslında bünyelerinde kalan -o da varsa- 2.5 gram vatan-millet sevgisini de kaybedeceklerdir.

Şöyle bir saptama var bu bağlamda;

Doğu'da asker vatanı bekleyen bir kahramanken, Batı'da, kep ve botlar arasında skilen bir et parçasıdır.

Üstleri memnun etmek için kıç yırtarken, gençlerin "aidiyet" duygusunu tamamen yok ettiğini farkedemeyen ya da bariz göz ardı eden tüm ordu camiasına benden az şekerli bi 3'ün 1'i.

life march-es on

Saturday, March 01, 2008

*Diyorum ki azıcık tut kendini, diline kemik tak falan bişiler yap..en azından burada..en azından bi süre. Etrafımdaki herkesten nefret ettiğimi belli etmemeye çalıştıkça batıyorum sanki ama yapacak bişi yok, sınıf ayrımını sonuna kadar destekliyorum bu böyle biline!

*Geçenlerde Amerika'lılardan biri şaşırdı konuşurken, şimdiye kadar sarcastic birini hiç görmemiş buralarda yazık. That day was painfully beautiful like any other day, yes.

*Sevgili Şubat'ın da özel güzel bişi olması gerekiyodu ama olmadı. Tek bildiği 31 çekmek olan yurdum gençleri arasında 29'un önemini gösteremeden gitti ağlamaklı. Şimdi Mart geldi, hoşgeldi..de 4 yıl daha beklemek zorundayız *sniff* Şubat içinde tek bir gönderim bile yok ayrıca, sarı sayfalarım da olmasa yandı gülüm keten helva modunda bi adam olurdum muhtemelen (bkz. would have+v3).

*Zen Neeon öldü, Voxline çok yaşasın. HQ (bkz. Head Quarters) koridorlarında Ms. Amos'un sesini yankılandırıyorum günün ilk ışıklarından akşamlara değin. Utanmadan üzerine bir de Sia, Regina Spektor, Kate Havnevik, UNKLE falan ekliyorum..bekliyorum..bilmiyorum.

*Çizgili Periler sürekli etrafımda. Turuncu çizgileri parıldasa da kimse farkedemiyor..bilmiyor..görmüyor..ben yine bekliyorum.

* Love you all over, therefore I am.

Yo DeSalvo!

Saturday, January 26, 2008

Her şey çok yavaş ve bir o kadar da anlamsız. Mantığı kapıda birakıp girmenin dayanılmaz hafifliğine kendini çoktan kaptırmış ve dört tarafı kurallarla çevrili bünyenin varlığını aynı çoktanlıkla unutmuş kimselerin arasında, onlardan biri olmamak adına verilen kavganın yarattığı yorgunluk mudur zaman su gibi geçerken günlerin sürekli uzama sebebi!??

113 and counting, hadi bakalım.

Öyle kendi halinde geçip giden bi günün sabah saatlerinde Sinclaire Starlust çıkıverdi karşıma, DeSalvo'nun karşısına yani. Yaratıcılığın sınırlarını zorlamayı seven biriydi ve olduğu her şeyden gurur duyarak "ortam kişisi" olmamayı seçmişti kendine. Hüküm sürdüğü 1 hafta boyunca yazdığı şarkılar hem kendini hem DeSalvo'yu son derece memnun etmiş olacak ki, ilerleyen zamanlarda birlikte olmaya karar verdiler. Ava Herona ile de yaklaşık 10-15 gün sonra tanıştılar. Ava, hakkında henüz fazla ipucu vermese de, DeSalvo & Starlust birlikteliğine kısa sürede uyum sağlayacağı su götürmez bir gerçek gibi görünmekte.

Boys and green skins
Boys on the edge
Boys on the bed on my bed
Happy Saturday..

give me myself again

Sunday, January 13, 2008

Durum, göndermeli başlığın yarattığı izlenim kadar kötü değil aslında. İstiklal'de bi kafedeyim mesela şu an, yanımda da kahvem sigaram falan. 2 gündür de fik-fik geziyorum ayrıca. İnsan ve medeniyete duyulan özlemin dayanılmaz boyutlara ulaştığı bi anda nizamiyeden yürüyerek çıkmak, ağır soğuk algınlığı sırasında alınan en kuvvetli antibiyotiklerden daha hayat kurtarıcı ve de rahatlatıcı bi'şeymiş, arz ederim.

Yorgunluk, üşüme ve ağrı/acı anlayışlarımın tamamen değiştiği de genel-geçer bi gerçek haline geldi. Dizlerimdeki çürükler ve parçalanmış ellerimin yarattığı muhteşem kombinasyonu sizlere de göstermek isterdim ama birliğe kamera sokamıyoruz bildiğiniz üzre. Komandonun yandan yemiş haliydim, onbaşı oldum; yemin ettim usta asker oldum ve çok yakında da çavuşluk mertebesine erişme durumu kuvvetle muhtemel ama kimin umrunda!! Yarın itibariyle de komutanlara ders verme durumları başlayacak, Star Wars ziyadesiyle; adamların rütbelerine alışıncaya kadar kimseye selam veremedim, zira omuzlarındaki çizik ve yıldız şeylerini farkedip seçene kadar geçip gitmiş oluyolardı. Neyse işte, İstiklal'e dönüş zamanıdır tutmayın beni! En kısa zamanda daha ayrıntılı bi up-to-date gönderi ile kucaklayacağım sizleri..

I salute to you commander and I sneeze; cause I have now an allergy to your policies, it seems.