Syncopath

Friday, November 21, 2008

Labels or Love?

Müzik konusunda tür ayrımından oldum olası haz etmemişimdir. İşin büyüsünü kaçırdığına inanmakla beraber arabın saçından hallice bi kıvam yarattığını savunuyorum şiddetle. Ne dinlersin sorusuna karşılık direkt tür belirten kimselere fena kılım mesela. Şahsımca, kulağıma hoş gelen her şeyi dinlerimden hiçbir farkı olmamakla birlikte duruş eksikliğinden muzdarip bi insan portresi çizer gayet. Hal böyleyken, mevzu bahis mimin açılımını yaparken de türlerden ziyade isimlere yoğunlaşmayı uygun görmekteyim.

Not An Addict

Öncelikle, fenafillaha ermiş arşivimden seçim yapıp her gün farklı bi playlist oluşturmaya son derece üşeniyorum. Bu nedenledir ki, demirbaş birkaç isim dışında bunlar, şunlar ve bi de onlar var demek oldukça zor an itibariyle. Enteresan bi de huyum var; her ne kadar rutinden kaçmaya çalışsam da, özellikle evden çıkarken ve metroya binerken aynı şarkıları dinlemek ister deli gönül. Sabahları kolay kolay ayılamadığım için de günün şanslılarını genellikle Sam Sparro ve Madonna (illa ki Confessions) ilan ediyorum.

Le Voyage De DeSalvo

Uzun süre çok fazla önemsememek gibi bi dangalaklık yaptığım Air şu sıra en büyük saplantım. Moon Safari ve Pocket Symphony'i listeden silenin ağzına fare kaçsın, evet. Bi de j'adoğr Talısman!

Şimdi farkettim de bayadır Tori Amos eklemiyorum listelerime. İlk bakışta haksızlık ve hatta delilik gibi görünse de, hatun kişi bünyeye kendinden başka kimseyi dinlettirmediği için minik tefek bi önlem olarak görmek lazım sanırım. Hem iflah olmaz - tatmin edilemez müzikal egoyu az da olsa durdurabilmek için her daim yeni isimlere şans tanımak gerek. Bu bağlamda, Sophie Hunger son dönem keşiflerimin en lezzetlisi. Yeni çıkan albümlere öyle aylak aylak bakınırken albümün ismi dikkatimi çekti (bkz. Monday's Ghost), akabinde Haunt No More dedim ve listeye ekledim. Sophie dışında bi de The Last Shadow Puppets var yeni keşif. Her ne kadar Indie adı altında müzik yapar görünseler de gayet Arctic Monkeys havasında kendileri. Çakma A.M. demek yerine onları da listeye ekledim gitti.

Tam da isimleri geçmişken, Arctic Monkeys, evet; demirbaş, evet. Sonrasında da Stereophonics. Vazgeçilmez değil ama bi'kaç gündür severek takılıyoruz kendileriyle yeniden.

Pink'e garip bi sempati duymuşumdur hep. Yeni albümün ilk singleını dinlediğimde ne lan bu demekten alamadım kendimi, ki hala ayıla bayıla dinlemiyorum, ama albümü overall oldukça başarılı buldum. Listede Pink var diye Anastacia'nın da olması ne kadar gerekli ya da ikisi de pop a.k. justificationı ne kadar geçerli bilmiyorum, da amaç eğlenmekse boş yer bulduğum her yerde dans edicem nerdeyse. Hani guilty pleasure da diyemiyorum kendilerine. Hem haksızlığın önde gideni olur hem de asıl guilty pleasure neymiş az sonra görülecek zaten.

Peak 100%

Planet Funk ve Moloko için bi'şey söylemeye gerek yok. Önlerinde saygıyla eğilip alkış tutuyorum sadece.

Emotion Sickness

Ortaokulun teee başında Sepultura delisiydim. Derdim neydi ya da kendime neden o kadar eziyet ettim hiç fikrim yok cidden. Sonra sonra Marilyn Manson fanatiği oldum, yandım kavruldum. İşbu ex-fanaticism nedeniyle eski gitarist John 5'ın solo çalışmalarına bi bakayım dedim ama tez-zamanda-listeden-siline bi'şey olmuş, hiç kafam kaldırmıyo artık.

Az önce bahsettiğim guilty pleasure konusuna dönecek olursak;

*dı-rı-rı-rıınnn*

muratbozkişisininuçurumisimlişarkısınıdinliyorumbenevetinanılmazamaadıüstündeişte
hemböyleboşlukbırakmayıncafarkedilmezbelki.

End Theme

An itibariyle herhangi bi listede bulunmasalar da, Zero 7 ve Sia için birkaç dakikalık saygı duruşu istiyorum bu satırları okuyan herkesten. Hem mim de amacından gayet sapış durumda sanki. En iyisi albüm incelemesi yapacak yeni bi blog başlatmalı. Şöyle de bi'şey var, bi gün bi gurup kurarsam adını The Plurals koymaya karar verdim. Çok pratik, çok yaratıcı ve hatta Şam'da kayısı.

In Brief

Thursday, November 20, 2008

at the end of the day


you either get a classy brain fart

OR


get to sleep furiously with colorful green ideas all over the place.


Sana Cake Yaptım

Saturday, November 15, 2008

Tam da evadamı moduna geçmişken, ilk kek denememi (üzümlü-fındıklı) sizlere sunmaktan sımsıcak bi gurur duyarım. Yakında bi Sahrap Soysal ya da başka bi Emine Beder modunda resimli yemek/ hamurişi tarifleri vermeye başlarsam şaşırmasın kimse. Başımı bağlamam o ayrı.

very special thanks to the.doc

Stop All the Clocks

Monday, November 10, 2008

Photobucket

Seriously!

Thursday, November 06, 2008

. yine otobüs yolculuğu, yine gereksiz temas ve yine deliren bi DeSalvo modeli. kaçtıkça kovalanıyorum sanırım. yaklaşmayın işte kardeşim, üstümden atamıyorum şu gudubet huyu.

. otobüs yolculuğu demişken, göz göre göre görmemeyi dilediğim bazı insan türevleriyle ilgili bi freakshow serisi hazırlamak istiyorum. dikkat çekmek için ya da cidden bariz farklı olduğunu düşünerek gururla ortalıkta salınan tiplerden bahsediyorum. hani herkesin enteresan bi şekilde dar paça kot altı -çoğunlukla beyaz- converse giymesi ya da yeni moda büyükşehir celloların deniz kenarına "şu" kadar yakın olmayan şehrimde yaz boyu parmak arası terlikle dolaşması bile gayet rutinleşmişken herhangi bi akımın temsilcisi olmayan bu tipler neden var anlamış değilim.

solda resmi görünen işbu tiplerden oturanı, kafasının en tepesini boyatıp bi nevi eşşek attırmış havası vererek saçı o kadar uzun olmamasına rağmen arkasına da kafam kadar pembe bi tokamsı koymak suretiyle beni benden almış; ayakta duran hatun da, assolist modunda kafasına geçirdiği o tiksinç şeyle "petek dinçöz blair waldorf'u düdükleyebilse ortaya nası bişi çıkardı" sorusunun canlı cevabı kıvamında partnerini başarıyla tamamlamıştır.

caption olarak ise şöyle bi'şey uygun olacaktır: living images of what the fuck in high heels.


. politikayla uzaktan yakından alakam olmamasına rağmen, Obama'nın başkanlık seçimini kazanmasının dünyada yarattığı yumuşak hava dalgasına inanmak istiyorum. bir de Kennedy'den sonra bu adamcağız da herhangi bir Marilyn Manson videosuna konu olmasın mümkünse (bilmeyenler için bkz. Coma White).

. sözlü seviye tespit sırasında "what would you do if you saw a ghost in your house at night?" sorusuna "I'd say eşşedüennağilaheillallaaah.." cevabını veren süper yaratıcı öğrenci adayına da sevgilerimi sunuyorum gün bitmeden.

Fine'd

Sinir boşalmasıyla *yel girmesinin muhteşem birleşimini yaşadım geçen gün. Grey's Anatomy izleyenler bilir, başta Meredith olmak üzere diğer esas karakterler fırtına öncesi sessizliğin tadını çıkarırken soranlara bozuk plaktan hallice I'm fine! cevabını verme eğilimindedir. Sonrasındaysa olanlar olur ve hadise az biraz önce fine olan kimsenin içinde patlayıverir. Benimki de o hesap, sabah saatlerinde gayet fine (!) olduğumu iddaa ederken 1-3 dersi esnası ve sonrasında kendimi kaybediverdim; akabinde yine fine oldum ama iş işten geçeli baya bi olmuş meğer, sonradan farkettim. Akşam derslerini iptal edip erken çıktım, six feet under(ground) Doktor'un yanına gittim, giderken etrafımda olup bitenlerin flulaşmaya başlamasına ve buna bağlı olarak içimin samanla dolduruluyor olduğu hissine anlam vermeye çalıştım ve Doktor'a ulaştığım an ipler koptu. Eve varana kadar fine ve totally lost it arasında gelip giden bünye daha fazla dayanamayarak literally göçüverdi. Sonra ateşlendim ve yaklaşık 17 saat kadar uyudum. Arada sittin kez uyanmışımdır bittabi, de her uyandığımda yanımda bekleyen birinin olduğunu görmek nasıl bi huzur verdi bünyeye işte onu şu şahane kelime haznemle tanımlayabilecek beceriye sahip değilim. Dediğim gibi; hastayken yanımda kimse olmaz benim, kendi kendine geçer gider. İşte sadece bu yüzden bile..just fine.

* soğuk algınlığının halk arasında en bilinen hali.


SGIE

Saturday, November 01, 2008

almost brave: akşam itibariyle almam gereken gayet ciddi kararlar olduğuna ayıkmış bulunuyorum. Söz konusu kararları ne zaman hayata geçireceğim konusunda en ufak bi fikrim olmamasına rağmen, onlar bana geçirmeden ekşın yaratma zamanıdır nidalarıyla gaz vermeye çalışıyorum bünyeye. Haddinden fazla uyumak yok mesela bundan sonra. Her ne kadar günlük rutinlerin yarattığı daralmayı sadece ve sadece uyku iflah edermiş gibi görünse de, daralmanın feriştahını mod düşüklüğüne tercih ediyorum. İşime de 4 (dört) elle sarılmak istiyorum ayrıca. Aslında istemiyorum, zira imkansızlığının farkında olmakla birlikte bu bağlamda yaratmış olduğum metafor da kılişenin önde gideni olduğu için sallamamayı tercih ediyorum. Bir de sigarayı bırakacağım sanrısını yaratarak kendimle dalga geçmeye niyetleniyorum. Olana değil olması gerekene odaklanmak suretiyle pozitif koşullanmak en mantıklısı aslında, da mantığa tekme basalı çok oldu be güzelim; ebeye selam artık, malum.

almost pregnant: ali cengiz'in göbek adını değiştirerek kendime has bi takım oyunlar geliştirmeye niyetlendim durduk yerde. Göbek adı neden illa göbekle ilişkilendirilmek zorunda ona da takılıyorum istemeden. Hani orta ad gibi şapşal bi çeviri kullanmak niyetinde değilim ama en azından yedek ad ya da sonraki ad gibi kullanımlar daha hoş duruyo gibi sanki. Kaldı ki, kendimi tanıtırken de asil adım şu, yedek adım da bu gibi girizgahları tercih etmiyorum. Göbek saçma sadece, memnun olduk.

almost in love: bilen bilir Antalya'dan ne kadar haz etmediğimi ve hatta tiksindiğimi. Memleket herkeslerin tatil ve türevi hayallerini süslerken benim topuklarımı kıçıma vura vura kaçmama sebep olur nedense! Ankara da tam tersi hissiyat kümeleri oluşturmuştur şimdiye kadar. Ancak, dün gece durup düşünmek durumunda kaldım yapacak literally hiçbir şey olmamasının da takdire şayan katkısıyla. Yaşımız geçmiş avuntusuyla dışarıya falan çıkmıyoruz ya artık ve hani çıksak da -çoğunlukla- gidecek bi yer bulamıyoruz ya, işte tam da bu hadise Ankara'nın da kotasını doldurduğu anlamına mı getirilmeli acaba (oh, no)! Yoksa it's just evde takılıp şarap açarak dizi ve/ya film izlemek daha "sükun" bi ruh hali mi yaratıyo? nam-ı diğer thank god it's friday vs. screw god it's everyday.

vanilla: grey's anatomy 4. sezonun bitmesiyle oluşan fiziksel boşluğu -ki sezonun yarı boyunca askerde olduğum için bi halta benzemedi- sex and the city ile doldurup fabulous bi kimse olup çıkıvermiştim. Şimdi de 5. sezon bölümleri arasında beklemek zorunda olduğum 1'er haftalık boşlukları farklı dizilerle doldurma eğilimindeyim. Bu durumdan nasibini alan ilk dizi kisses'nhugs gossip girl oldu. Şu küçük emrah modunda gezen fakir ama gururlu esas oğlan tiplemeleri (bkz. the o.c.'den ryan) nereye kadar dedirtse de ilk sezonu iki günde yalayıp yuttum, eğlendim falan. Bi yandan da biz de lise mi okumuşuz allasen! demekten alamadım kendimi. Pokémon'u çocukların zihinsel ve bedensel gelişimi açısından zararlı bulup yayından kaldıran zihniyet gossip girl'ü de ergen gençlerin yine aynı ve ona ek olarak duygu-durumsal gelişimleri açısından (bkz. who wants to be a millionaire?) zararlı bulup sktr eder mi acaba onu merak ediyorum.