My Sweet Sweet 30!

Friday, December 30, 2011

Benim Tatlı Otuz'um Crazy in Love Vinil D-günü Pastası

Sayısını unuttuğum yıl kadardır 30 olacağım günü bekliyordum, oldum. Oğlak erkekleri için 30 yaşın süpersonik bumbastik önemli olduğuna dair bir şeyler okumuştum zamanında. İnanmak istedim, inandım. Bir de her yıl Aralık'ın 29. gününde dünyadaki tek Oğlak erkeği olduğumu düşünürüm. Bu yıl daha da delirdim, zira 30; ağız dolusu, çok seksi!

Fotoğrafta görülen de, kepşından da anlaşılacağı üzere, 30. d-günü pastam. Dünyanın en süpersonik bumbastik sevgilisine sahip olduğum için böyle güzel sürprizler olabiliyor her daim. Sevgili pastacı kimselerinin vinil konseptini tam olarak kavrayamamış olmalarından (bkz. vinil üzerindeki track aralıkları çok sık ve çok dikey) sevgili son derece rahatsız olsa da, ben (pastanın) kendisiyle çılgınlar gibi yiyiştim.

30 yaşın ilk kıssadan hisseleri ise şöyle;

1. Tam da daha fazla mikemmel Adidas Orginals sahibi olamam derken, bir tane daha yeni şahane gelir ve aklını başından alır.

2. Crazy in Love, evet.

Pritt K.

Tuesday, December 06, 2011

Hazırladığım özgün materyaller, henüz hazırlamadıklarımla bir olup topunuzun nikahını kıyar. Ayrıca "burada ismini zikretmek istemediğim" bir yarışma sayesinde Hadise'ye bir miktar sempati duymaya başlamış olabilirim, olabilirim ve hatta "70 milyonun" izlediği işbu blogda, Aşk Kaç Beden Giyer isimli şarkıya hafif tempo tutarak eşlik ettiğimin itirafında da bulunabilirim. "Şaka! Lan! Şaka!" ben aslında sadece Yılmaz Özdil okurum. O kadar duyarlı ve sosyal sorumlu bir insanım. Londra'ya gidince de London Eye fonunda fotoğraf çektirmeyeceğim. Yerse.

Alnımızda Bilgilerden Bir Çelenk

Thursday, November 24, 2011

ünlülerin gittikleri gözlerden uzak rehabilitasyon merkezlerinden birine kapatılasım vardı böyle okyanusun ortasında sadece suyun görülebildiği, artık yok. olmaması işlerin suyunu -artık- çıkarmadığım anlamına gelmese de, öğretmenliği -hala- ayıla bayıla yapmıyor olsam da güzele meyilli bir gün oldu bugün; kıtır tavuk kadar kıtır ve süprizli öğrencilerimin tuvalete gitme bahanesiyle sınıftan çıkıp getirdikleri tiramisular kadar yumuşak. falan. tiramisu sevmem bu arada. hem de hiç. bu bağlamda, öğretmenlik tiramisu gibidir; ayarını tuttur tutturabilirsen. öğrenciler de tekrarcandır, keratadır. kızsam da böyle arada bi'takım şeyleri kendilerine ve bana daha çekilebilir hale getiriyorlar ya, işte öyle zamanlarda sıkıştırıp cimciresim geliyor hepsini. ama yapmıyorum.

o zaman; tüm eğitim neferlerinin öğretmenler gününü en sempatik dileklerimle kutlar, şuurlu öğrenciler dilerim. öpük.

+24

Thursday, October 20, 2011

terhisine şu kadar gün kalımıştılarla şu kadar gün önce nişanlanmıştıları ve bu kadar çocuğu yetim kaldıları damardan verince, sıcak takiplerin ve bomba yağmuruyla darma duman edilen mağaraların tırışkalığını hala saklayabilen medyanın ve sağda solda keklik gibi avlanan askerler yüzünden yurtdışı seyahatlerini her seferinde yarıda kesip yurda dönmek zorunda kalan büyüklerin gözlerinden öpüyorum.

vatan değil dostlar sağolsun!

Şifalı Şiir

Thursday, September 29, 2011

beynim sümük
gözlerim uyku
yüreğimse sevgi dolu
ne duruyorum
helva yapsam ya!

For the Vin

Tuesday, September 13, 2011

En sevenlerim en burnundan getirdiklerim. Öyle ki; Ferzan Özpetek hayatımın filmini yapsa, adı Uno Gudubetto a Roma olurdu. Her gün su bardağında deliler gibi şarap içtiğim için katlanabilirdim kendime ancak. Bir de ayaklarımı altıma alıp kocaman koltuklarda oturmaya bayıldığım için. Şu an ise içimde akan çukulata şelalelerinde boğulayazmak istiyorum, ve modumu yanlış yerlerimden çıkarıp kendine getirmek.

Tatilden döndüğümden beri çantamı boşaltmamış olmam da garip gelmeye başladı bugün ilk kez. Nedense.

( )

Saturday, August 20, 2011

Artık hiç sigarasamadığımı söylemek için yazıyorum bunu. Daha önce de sayılı kereler söylemek için yazmak istedim, fakat sayfayı açana kadar çoktan vazgeçtim. Zaten söylemek için yazmak çok saçma. Şahsımın da çok saçma olduğunu düşünmeye başladım son zamanlarda. Egolarımı ayrı tutuyorum; onlar bi'tane.

Çok yoruyorum kendimi; böyle midemden yukarı ses tellerimden sonra alev gibi bi'şeyler çıkıyor beynime doğru, sonra ön loblarım uyuşuyor. Dişlerimi sıkıp kendimi yumruklayasım geliyor, ama yapmıyorum. Kimi zaman etrafımdaki herkese bir anda deli gibi sarılmak isteyip sarılmadığım gibi. Deli gibi dedim, evet. Zaten dişlerimi sıkmaktan kendimi yumruklamaya gerek kalmazdı muhtemelen. Dişlerim de deli gibi; mineleri öylesine narin, çok sevimli.

Sevimli demişken; herkes bu aralar muhtelif gezegensel etkilerden dolayı çok mu sevimsiz yoksa ben mi her geçen gün daha olağanüstü bir adam haline geliyorum?!

Olağanüstü dedim, evet.

Başka Bir Şiir

Tuesday, July 26, 2011

İzlanda'ya yerleşip Sigur Ros'la çay içeceğim, çekilin! diye haykırıyorum şu an. Ondan önce de -hala çok kızgın olduğum- Tori şifreli bir şiir yazdım sıkıntıdan;

sol yanım Moderat
sağ yanım Apparat
orta yerim Rulokat
belki Çokonat
You're not here

Ondan daha da önce kolumu kestim bulaşıklıkta duran kafam kadar bıçakla. Bıçağı alıp kesmedim ama. Bıçak orada duruyordu zaten. Kolumu kasıtlı saplamadım bıçağa. Görmedim. Kaza oldu. Kafam bıçakla güzel oldu. Çok sıcak.

MasterMom

Thursday, June 23, 2011


1. yıllardan 2009, aylardan ağustos idi. yüzümü ekrana iyice yaklaştırdığımda, serinliğini gözeneklerimde hissedebiliyorum.

2. şu hafta seke seke ilerleyebilen kazulet keklik halimden kısmen kurtuldum ya, gerisi yalan.

3. buradan wilhelm conrad röntgen'i bir kez daha rahmetle anıyor, emaray gudubetine sevgiler gönderiyoruz. bu arada, her emaray dediğimde esmeray'ın aklıma gelmesi de ne gereksiz belli değil.

4. iç tepiklenme sürelerinin kısalması, günlerin uzamasıyla doğru orantılı olmasın çok rica ederim. hem aralık gelsin artık. bu kadar yaz herkese yeter!

5. annemin şehre gelme konusundaki zamanlama becerisine hayranım. zaten anneme de hayranım. göldeki ördeklerin yediği balıklar için derin derin üzülmesine de hayranım. yerim onu.

dis.illusion.ment

Sunday, June 12, 2011

oyumuzu verdik mucizemizi bekliyoruz,
ben ve egolarım.

2 + 2 = 5

Tuesday, May 24, 2011

"tırnaklarımı ve saçlarımı kesince çok mutlu oluyor,
güvenli alanlarından tuzlu çayırlara çil yavrusu gibi dağılıveren keçi bokları."

böyle bakınca çok anlamsız. sanatsal bir şiir gibi. ama değil. hiç anlamsız değil. tamam, çayırlar tuzlu olmak zorunda değil; kaldı ki, keçi boklarının güvenli bir alanda bulunabiliyor olması çok tezat. ha, dersen ki anlatıcı burada keçi boklarıyla iç sıkıntılarını somut ve hatta bireysel bir takım vücuda gelişlerle betimliyor, o zaman neden koyun değil de keçi boku? kimse keçinin peynirini bile (çok fazla) sevmezken? o zaman bu, anlatıcının kendini çok sevmediğinin bir yansıması mıdır keçi boklarında? zat-ı muhteremlerin saç ve tırnak keserek mutlu olmaları da hayranlık verici.

derken, ikisinin de sonuna birer "gibiyim" ekleyiver bakalım nasıl olacak!

tırnaklarımı ve saçlarımı kesince çok mutlu oluyor gibiyim.
güvenli alanlarından tuzlu çayırlara çil yavrusu gibi dağılıveren keçi bokları gibiyim.

demek ki, 1. keçi boklarının saç kesmesi ya da hadi kesti diyelim, bundan mutlu olması mümkün değilmiş. 2. her zaman "ikisi de aynı şey" olamayabiliyormuş. 3. keçi inadıyla keçi boku arasında da hiç fark yokmuş, ikisi de bokmuş zira. 4. bu kadar bok-püsür muhabbetten sonra en güzeli kırmızı kırismıs kupalarında earl greymiş. o kadar.

Multiple Boregasms

Sunday, March 13, 2011

yaşım şu. bu işi yapıyorum. allah katında evli sayılırım, amen. sonra burda yaşıyorum ve böyle böyle de bir çevrem var. hepsini bir çerçeveye sıkıştırıp karşısına geçsem gördüklerimden oldukça memnun bir halde bıraktığım sigaradan bir tane yakabilirim, sırf keyif pezevengi olayım o anda diye. aradan sen de iki dakika, ben diyeyim 3 dakika geçmeden modum düşebilir ve sen de ertesi günün salı olmasına, ben diyeyim o günün pazartesi olmasına bile kafayı takabilirim. buldumcuk ruh haline nerde bir çare? var mı buzlukta dondurulup muhafaza edilebilen yedek ruh halleri? mesela bitter çukulatalı? ya da franbuazlı?

sonra bir pazar sabahı kalkıp 2.5 saat boyunca kahvaltıda ne yesem diye düşünebilirim. onu düşünürken, kahvaltı ederken ne izlesem diye şaşırabilirim de. aslında şaşırdığım kendimimdir o anda, zira artık markete gittiğim zaman içecek reyonunun önünde 10 dakika ne alsam diye düşünüp her zaman aldığım diyet kolayı almıyorumdur. yani, diyet kolayı alıyorumdur, fakat durup-düşünüp almıyorumdur. insan kendi kendini en fazla ne kadar yorabilir gör işte. bütün bu fuzuli kararsızlıklarla uğraşırken arada kaynayan asıl önemli mevzular var bittabii. ve indirilen tonlarca film arasında unutulan bazı filmler.

multiple sarcasms gibi.

hem multiple hem sarcasms olmasına vurulmuştum ilk gördüğümde, ki eğitim bilimlerine "çoklu sarkastik yaklaşımlar" kazandırmak gibi şahsi bir takım ilimsel beklentilerim var. neyse işte, aylar sonra bugün ne yerken ne izlesem diye düşünürken "hadi evlat" dedim, "en büyük ayıplarından biri olacak bu filmi bir gün daha bekletmek!" ve kendimi dinledim. ve kendimle gurur duydum. ve daha önce hakkında hiç düşünmediğim bir üçleme kuruverdim kafamda lost in translation - a single man - multiple sarcasms şeklinde.

an itibariyle başka ne diyebilirim bilmiyorum. huzurluyum. benim de başlayıp, ya da başlar gibi yapıp yandan attığım, bir takım kurgularım var hala portlend semalarında salınaduran. benim de belki günün belli saatlerinde ya da haftanın belli günlerinde tuvalete kapanıp klozetimle daha yakınlaşmam gerek. ya da tüm bilgisayarlardan imtina edip eski bir daktilo almalıyım. ama hikayem daha retro görünsün diye değil. malum, ne varsa eskilerde var.

Bir Şiir

Thursday, February 24, 2011

ruhi biton
kafam beş
kış kış insan
bugün leş

Mütevellişinas Adiel Efendi

Wednesday, February 16, 2011


eskiden önce başlık bulup sonra yazı yazmaya başlarken, şimdi önce yazı yazıp sonra başlık bulamıyor olmam tümevarımcı bir kimseye dönüştüğüm anlamına mı gelmelidir?! peki istediğim her an zorla tüme bile varabiliyorken, burun buruna geldiğim bu mütevelli heyeti kuntininden bir türlü kurtulamıyor olmam neye dalalet olarak görülmelidir?! ya magnum bitter yesem ağzımdaki bu kabak tadından kurtulabilir miyimdir?!

görüldüğü üzere her an, her yerde ve her durumda söylenecek bir şeyler bulabiliyorum. potansiyelim inanolsun beni bile bıktırıyor ve fakat duramıyorum, durduramıyorum. ha, durdursam ne halt olacak o da belli değil. en sinir olduğum şey de belirsizlik zaten. bi de "bize biraz kendinden bahseder misin?" sorusu. aynı soru aynı gün iki kez sorulduğunda ne hale geliyorum onu sen düşün artık. sonrasında da okuduğum kitaplarla dinlediğim müzikler ve sayir gelirse tam olacak. çiftleşme arefesindeki ergen bebeler gibiyiz senin anlayacağın. ilişkinin sonunu göremiyorum, o ayrı.

bi taraftan da nasıl minare götüme, dünya skime modundayım anlatamam. anlatsam da inanmazsın. gidiyorum diye mi yoksa zö boss hayatının konuşmasını yaparak ruhumu okşamaya yeltendiği için mi bu rahatlık bilemiyorum, lakin şu saatten sonra ebeye selam söylemekten başka yapılacak pek bir şey yok korkarım. aslında korkmam, ki korksam da inanmazsın. o yüzden şimdi seni öpüp içeri gidiyorum, zira izleyecek dizilerim, yiyecek çukulatalarım ve dinleyecek plaklarım var.

Kurağbiye

Wednesday, February 09, 2011

pek sevdiğimiz elizinn kurabiyeleri,
soldan ikinci portakallı çük kurabiyesi ve
sağ alt köşedeki bademli meme ucu kurabiyesi dışında,
oh-çok-neffis.
"çocuk hadisesine pek sıcak bakmıyorum fakat sana boy boy kurabiyeler verebilirim" dedim, güldü. zaten son 1 (bir) yıldır hep böyleyiz. daha öncesi nasıldı hatırlamıyorum. cidden. bugün 1. (birinci) yılın en süpersonik bir dönümü olduğundan değil. hep şimdiki gibi olsun istediğimden. gerisi zaten bildiğin hikaye.

Set Fire to the Rain

Monday, January 24, 2011

ben bu yılı o kadar sevmedim ki, "ben bu yılı hiç sevmedim" temalı tonla yazı yazabilirim şu an. sözde kışın ortasında olmamıza rağmen azıcık serpiştirip geçiveren yağmur dışında sezonsal heyecanımı ateşlemeye çalışan hiçbir şey yok ankara'nın gudubet pusu dışında.

pusu demişken, puhu'ya gittik ama hiç beğenmedim. kapıdan girebilseydik de beğenmezdim muhtemelen, zira genetik olarak hemen hiçbir şeyi beğenmemeye kodlanmış bir kimse gibiyim. kendim de dahil. ama konumuz zaten bu değil.

konumuz puhu kuşu da değil. olsaydı çok severdim o ayrı. işte kafamda yüzonmilyor yandan yemiş düşünce parçası aynı anda fink attığı için bu haldeyim. pazartesi olduğu için değil, hayır. ikibinonbir'in ilk majör depresyon adayı da diyebiliriz kendisine. çalışmak istemiyorum ama her sabah aynı saatte ofiste buluyorum kendimi. sonra, eve gittiğimde saat 10 olduğu an sabah yine işe gidicem diye üzülmeye başlıyorum. o kadar ki alerjim azıyor, kaşınıyorum da kaşınıyorum. yatmaya da korkuyorum hemencecik sabah olucak diye. sanırsın minik tefek bir oğlan çocuğu, dokunsan ağlayacak. hal böyleyken durumlar hayli sikko senin anlayacağın.

şu moloko dvd'si gelseydi en azından 1-2 saat oyalardı falan belki, ama Tori (çıkıp çıkıp) gelse kalkıp yanına gidecek halim yok, o derece.

iHowl

Wednesday, January 12, 2011

son yirmidört (24) saatimi üstte görüldüğü şekilde dört (dört) eşit parçaya ayırıp ayrı ayrı sevdim, okşadım. sonuçtan ise oldukça memnunum, zira ruh halini günsel evrimlemenin mümkün olabileceğine ayıktım. hala saçmalıyorum o ayrı.

soldaki aynı ben

bu arkadaşlar ise sigarayı bıraktıktan sonra (excuse of the year) ne kadar dobiç olduğuma bir göndermeden çok daha fazlası. evet, bunlar Cornwall baykuşları ve evet, bir baykuşun bile Tori'ye benden çok daha yakın olabileceği gerçeğinden son derece rahatsızım. yerim o ayrı.

Strange Little Blogcast

Tuesday, January 11, 2011

dün otobüste, bugün de iç dünyamda çok fena düştüm. iç huzursuzluklarımdan da bahsetmiştim zaten dün. sonra durup düşündüm, düşümden ayrı kaldım. o ani fren sonrası tutunduğu tutungaç kopunca üstüme düşen adamın elinde kalan tutungaca bakıp nasıl da güldüğüne güldüm sonra. tam da dönüp şoförün anasına-babasına geçirecektim oysa o anda.

akşam kaskatı kesildim. yattığım kucaktan kalkarken, orama-burama saplanan ağrılardan kazulet bir süper kahraman gibi kurtulup ayaklandım. o an tek düşündüğüm sinirli mahalle kocakarısı hareketini yapıp biraz olsun rahatlamaktı, öyle de oldu. şehvetle üç set tekrarladığım hareket içimi gıcırdatarak her şeyi yerli yerine oturtuvermişti. plakçaların üstünde duran kuddusi'ye bakıp masadaki çukulatalara doğru yöneldim ve yedim. sonra tekrar yedim.

tatmin olmadım. bir şey hep eksik kalacaktı.

4900 tivit ve bilmem kaç yeni deneme sonra -en azından- egolarımın dönmekten çok mutlu olacağını düşündüm, sanırım bu kadar da tutarlı olabiliriz. evet.